Sevgili Serra Titiz’in bir projesi olan ve gönüllülerin katkısı ile başarılı bir şekilde yönetilen Gelecek Daha Net blog sayfası için sürdürülebilirlik meselesini ele aldım. Son zamanlarda kafaları epey karıştıran bu kavramla ilgili bugün geldiğimiz yeri özetlemeye çalıştım.
Son 20 yıldır “sürdürülebilirliği” öğrenmeye çalışıyoruz. Ekonomik, sosyal ve çevresel etkileri ile yaşanabilir bir yeryüzü meselesini gündemde tutmak ve “bir ucundan tutmak” için çabalıyoruz. Bir arpa boyu yol gittik mi gitmedik mi bilinmez. 1992 Birleşmiş Milletler Rio Konferansının teması olan “Sürdürülebilir İnsani Gelişim” ile uzaklarda, dağ başında bir yerlerde bir ateş yakıldı. O ateş belki içimizi ısıtmaya yetmedi ama çocuklarımız ve onların çocukları ve daha arkalarından gelecekler için “umut” olmaya devam ediyor. O konferansta henüz 9 yaşında olan Severin Suzuki Birleşmiş Milletler delegelerine yönelik konuştu. Bizi nelerin beklemekte olduğunu açık ve net bir şekilde aktardı.
Sanayi devriminin 1800’lü yıllarda kılı kırk yararak hesap ettiği ve geliştirdi makineler; icatların birbirini takip ettiği; adına “yaşam kalitesi” dediğimiz elektrik, otomobil, çamaşır makinesi, çok katlı gökdelenlerle bizi buluşturduğu gelişmelerin arka planında olmayan “sürdürülebilirliğin” bizi dört tarafı yüksek duvarlarla çevrili Metris cezaevinin havalandırma avlusu gibi köhne bir yaşama hapsedebileceğini yüz yıl sonra görebildik!
Tarım alanlarının, içilebilir su kaynaklarının gözümüzün önündeki tükenişine tanık oldukça henüz “ayılamadığımız” da ortada.
Peki ya yüz yıl sonrası?
Bugünden yüz yıl öncesine dönüp baktığımızda nelerin yanlış yapıldığını görebiliyoruz. Bugünün yanlışlarını bugünden görebiliyor muz? Yoksa yüz yıl mı beklememiz gerekecek?
Alışılagelmiş siyasetin ve devlet politikalarının bu meselenin üzerinden gelemeyeceği çok net. Yoksulluğun ulaştığı boyut, salgın hastalıklar ve bunların neden olduğu savaşlar, sıcak çatışmalar, kitlesel göçler bir yandan; diğer yandan uzatmaları oynamakta olan kapitalizmin kendine format atarak girdiği bitkisel hayattan çıkma uğraşısı; teknolojinin yanlış ellerde, yanlış kullanımları ile ortaya çıkan güven bunalımı ve diğer sıkıntılar zaten yaşanmaz hale getirdiğimiz dünyamızın bırakın sorunlarını azaltmayı, işleri daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmiyor mu?
Bugün, sürdürülebilirlik adına birazcık nefes alabiliyorsak bunu sivil toplum kuruluşlarına borçlu değil miyiz?
Ama uyanıklar bunu da keşfetti! Ellerindeki güçlü mali kaynaklar ile, akademisyenleri, bilimi ve regülatörlerin satır aralarındaki açıkları okuyup eski hamam eski tas düzeni devlet politikaları içinde geçerli kılacak sivil toplum gücünü kullanıyorlar yıllardır. Bu nedenle sivil toplumun adını da kirlettiler. Ben bu yüzden ortaklaşa paylaştığımız misyona sahip çıkanlara “temiz toplum kuruluşları” diyorum. Çünkü onların tek beklentisi “yaşanabilir” bir dünyanın içinde “oyuncu” olmak!
Yüz yıl sonrasına yönelik beklentim işte bu “temiz toplum kuruluşlarından”…
Çünkü onlar her birimizin ortak dili olan söylemlere sahipler.
Onlar, “ne yaptıklarını” biliyorlar.
Doğadan aldıkları “borcu” geri ödemekte tereddüt etmiyorlar.
Yaşamın ortak değerlerinde buluşabiliyorlar.
Din, dil, ırk, yaş, cinsiyet ayrımcılıklarından uzak; barışı, sevgiyi, hoşgörüyü yaşama katık edebiliyorlar.
En önemlisi “bunları” başarabiliyorlar.
Geriye umudumuzu canlı tutacak iki stratejik kurgu kalıyor;
Sürdürülebilirliği kendi yaşam tarzımız haline dönüştürürken çevremizde yeri geldiğinde “öğretmen” yeri geldiğinde “öğrenci” olabilmek…
Ama daha önemlisi sürdürülebilirlikle ilgili çözümleri “yerinde” ve o yerin “amaçları için” üretmek.
Temiz toplum kuruluşları, yaşam tarzı ve yerinde çözüm…
Sürdürülebilirlik meselesi iş dünyasında gündeme geldiğinde uzun zaman gündemin üst sıralarına tırmanamadı. Çünkü şirketler yıl sonu bilançolarını bunun nasıl etkileyeceğini somut olarak görememişlerdi.
Şirketlerin bunu “görebilmesi” için sokaklar için siyaset üretenlerin markaları boykot etmeleri gerekiyordu. Ancak bu rüzgârda ıslık çalmak kadar bile etkili olamadı. Ama şirket çalışanları, çalıştıkları şirketin doğal kaynakları sorumsuzca kullanması; içinde yaşadığı toplumun sosyal beklentilerine duyarsız kalması karşısında sessiz kalmadılar. Bunları yüksek sesle dile getirmeye başladılar. Sosyal çalışmaların içinde gönüllü oldular. Şirket yöneticilerinin de bu konularda kurumsal politikalar geliştirmelerini talep ettiler. Hatta ilgi alanlarına giren “temiz toplum kuruluşları” ile şirketlerinin işbirliği alanlarını teşvik ettiler.
Yani, çalışanların yaşam tarzına dönüştürdüğü sürdürülebilirlik meselelerine yerinde ürettikleri çözümlere temiz toplum kuruluşları ile el attılar. Bu modelin stratejik olarak yaygınlaşması, desteklenmesi, sahaya çıkması ister istemez siyaset ve regülatörlerin yasalar ve yönetmeliklerle takip edecekleri bir alana dönüşecektir.
Ne düşünüyorsun?