Önce kızım Pırıl aradı. Sonra İzmirli gazeteci arkadaşım Elvan Feyzioğlu… Haziran’dan bu yana sorup soruşturuyordum; neden Çetin Altan yazıları artık çıkmıyordu? Nebil Özgentürk bile “Vallahi bilmiyorum Salim” demişti. Gerisini tahmin etmek zor değil tabii…
Benim için Çetin Altan yazısı yazmak çok zor olmalı. Ama kayıtlarıma geçmesi gerektiğini düşünüyorum. Her insanın hayatında her zaman Çetin Altan’lı anıları olmuyor.
1980’li yıllardı. Elvan Feyzioğlu bir gün bana “Çetin Altan’ın İyi Yaşamak başlıklı yazısını okudun mu?” diye sormuştu. Okumamıştım. O zamanlar internet falan yok. Yazıyı buldu hem okudu hem de saklayayım diye fotokopisini verdi. O yazı belleğimin içinde yıllarca benimle birlikte yaşadı. Çetin Altan’ı kaybettiğimiz gün de Elvan’ın beni araması bundandı! “İlk seni aramak geldi içimden. Yazıyı hatırlıyor musun?” diye sordu.
Özellikle yazının içindeki şu bölüm yaşamımın omurgası olmuştur desem pek abartı olmaz:
“Bazılarına göre iyi yaşamak, her şeyi sıfıra indirip, yaşama on kez yeniden başlamaktır.
Bazılarına göre iyi yaşamak, aklına esince basıp gitmektir.
Bazılarına göre iyi yaşamak, sonatları çok güzel çalan bir Fransız kemancısının konçertolarla senfonileri de çalması için ona bir orkestra bulmayı düşünmektir.
Bazılarına göre iyi yaşamak, söverken kibar olmak, kibarken de sövmektir.”
Çetin Altan benim için özel bir insandı.
Aramızdaki bunca yıllık yaş farkına rağmen arkadaştı, dosttu, öğretmendi, öğrenciydi, mahalle sakiniydi, gazeteci idi, edebiyatçıydı, sanatçıydı, yazı adamı ve daha sayılabilecek bir çok şey idi ama hepsinden önemlisi “insandı”…
Bir dünya vatandaşı idi. Aynı anda hem sokaklarda hem ufuk çizgisinde yaşardı.
1990’ların ortalarında yaşamın hızlı akan suları beni Çetin Altan ile tanıştırdı.
Dostluk rüzgârları bizi Londra’ya götürdü.
Mete Akyol, Necati Doğru, Bülent Denli, Enis Berberoğlu ve Ufuk Sandık gibi kendi alanlarının ustaları ile yaşamın bütün sürprizlerine açık bir kaç günlük bir gezi idi. Tadı damağımızda kalan anılardan bir tanesi bu seyahatin onun 70. yaş kutlamasına denk gelmiş olması. Davetli olduğumuz hınca hınç dolu Royal Automobil Club yemek salonunda ışıkların bir anda sönmesi ile içeri giren garsonların ellerindeki mumlar ve bir pasta ile tüm salonun bu sürpriz doğum gününü orada bulunan 300 kişinin ayakta alkışlamaları belleğimden gitmeyen anılardan bir tanesi.
Gururluyum…
Onur duyuyorum…
Çetin Altan’ın köşesinde bir kaç kez adımın verilmiş olması ve onun övgüsüne mazhar olmak sanırım geriye bırakacağım en önemli mirasım… Bunlardan bir tanesi “Internet mucizesi ve lanetliler bahçesi”…
Bu yazının arka planında onun teknolojiye olan ilgisi ve merakı var tabii. 1960’lı yıllarda gazeteciler arasında ilk kayıt cihazları kullananlardan biri olduğunu öğrenmiştim.
1997’de bir bilgisayar aldı. İnternet bağlantısı yapıldı ve çalışır hale geldi.
Sordum; “Çetin ağabey şu anda dünyada her hangi bir yere gidebilir ve ziyaret edebilirsin. İlk internet deneyimi olarak kayıtlara geçsin nereye gitmek istersin” .
Cevap çok basitti: “Louvre müzesi”!
Bir gün bana kızdı. O zamana kadar hiç kızmamıştı.
Birlikte televizyonda bir tartışma programı izlerken önemli görünmek için saçma sapan bir yorum yapmıştım. Ben bile saçmaladığımın farkındaydım. Ama o öğretmen idi.
Beni o güne kadar hiç göstermediği üst kattaki yazı odasına çıkardı. Pancar motoru olarak tanımladığı daktilosunun başına oturmamı ve bir beyaz kağıt takmamı istedi.
Korku ve endişe ile söylenenleri yapıyordum.
“Yaz” dedi…
Bilmiyorum ki ne yazacağımı önümdeki beyaz kâğıda.
Bir daha “Yaz” dedi… “Ne istiyorsan yaz” diye yineledi.
Ben yine ikilemler içindeydim.
Bu kez omzumdan ellerini uzattı ve tuşlara gelişi güzel vurdu.Bir kaç satır alta indi.. Yine gelişi güzel vurdu.
Arkasından:
“Bak Salim… Yaşam bir beyaz kâğıttır. Burayı nasıl doldurursan öyle yaşarsın. Ya da başkalarının kağıtlarının içinde bir satır olursun” dedi!
O zamanlar küçücük bir halkla ilişkiler şirketi idik. Ama hayallerimiz vardı.
Onlar “büyüktü”…
1992 yılında bir anayasa yapmış ve gelişimimizi buna göre yönetiyorduk. İlk yaptığımızda gülüp geçmiştik. Gerçekleşme olasılığı o kadar uzaktı ki oraya yazdıklarımızın. Ancak her yıl sonu değerlendirmesini yapıyorduk. Ne kadar mesafe almışız diye…
Takvimler 1997’yi gösterdiğinde oraya yazdıklarımızın neredeyse tamamının gerçekleşmiş olduğunu görünce özgüven tazelemesi yapalım dedik. Ankara, İzmir ve Istanbul merkezdeki arkadaşlarımızla Ankara’da Gölbaşı’nda Patalya oteline gittik. Amacımız yeni bir 5 yıllık stratejik plan yapmaktı.
Çetin Altan’a fısıldadım, soğuk, sevimsiz ve gri bir Aralık hafta sonu Ankara’ya bizimle gelmek ister mi? Eşi Solmaz Kamuran’la aramıza katıldıklarında dünyalar benim olmuştu.
Tüm Ankara anılarını tazeledi. Hatta Washington restoranda yemek yerken eski yıllarda orada okuduğu şiirleri tek tek okudu. O akşam Çetin Altan’ın ezberinde 5 bin mısra şiir olduğunu öğrenmiştim.
-Limonata ve Rafadan Yumurta-
Onu anlatan onlarca, yüzlerce, hatta binlerce yazı olabilir. Ama benim gönlümde yaşamaya devam edecek olan Çetin Altan “Limonata ve Rafadan Yumurta” başlıklı yazısıdır. Yazı şöyle bitiyor;
“Yaşam sevgisi bir kültürdür. Tıpkı çiçek sevgisi, tıpkı müzik sevgisi, tıpkı yüzme sevgisi gibi…
Bu sevgi ya vardır, ya yoktur.
Böyle bir sevgi pekişmemişse; orada insanlar, ne yaratıcı bir yaşama, ne sağlıklı bir aşka, ne keyifli bir yücelmeye fazla kulaç atamazlar…
Kafası yarım kesik bir horoz gibi, çırpınır, bunalır, önüne geleni suçlar; ne istediğini, ne aradığını, daha doğrusu ne halt edeceğini bir türlü tam kestiremez ve kendilerini de, canım yaşamı da ziyan zebil ede ede, sönüp giderler.
Yaşam sevgisi; enerjinin, yaşam zevkini kuşaklar boyu ortaklaşa yoğurmasından oluşur.
Enerji yoksa orada sadece kurnazlık vardır. Kurnazlık da, yaşam sevgisiyle yaşam zevkinin en amansız celladıdır.”
Şanslıyım. Onurluyum. Gururluyum. Çetin Altan’lı anılarım var. Onun sevgisini kazanmışlığım var. Onun ufuk çizgisinde hayallerim var!
İnternette bulunamıyor yazılar. taranmış kopyaları paylaşıyorum
Ne düşünüyorsun?