Kuşlar Rüzgâr Güllerine Çarpmasın Diye…
EKOIQ Mart 2016
Barış Doğru/ EKOIQ
Özgür Güvenç/ Fotoğraflar
Ya Kuşlar Rüzgar Güllerine Çarparsa Salim Abi? Herkesin erişimine açık, blogundan serbestçe indirilebilen son kitabının ismi böyle. İşin bizim için sürpriz tarafı, kitabın isminin ilham kaynağının EKOIQ olduğunu, önsüzdeki yazından öğrenmemiz…
EKOIQ doğduğundan beri hep pusulam oldu. Yaşamın yaşanılası, aydınlık yüzü diyebilirim. Son kitabımın adı evet EKOIQ’da satır aralarında okuduğum küçücük bir haberden geliyor. Haber küçük ama o kadar çok şey anlatıyor ki! Yaşamın kendi içindeki çelişkilerini gözler önüne seriyor. Dünyamızın temiz enerjiye gereksinimi var. Tarihin “güzel” dönemlerinde olduğu gibi insanoğlu rüzgârı ve onunla birlikte esen enerjiyi keşfetmiş. Rüzgâr değirmenlerinde buğday, mısır öğütmüş. Suyu enerjiye dönüştürmüş. Şimdi bu kaynakları yeniden kullanmak istiyoruz. Ama hoyratlık, başıbozukluk ve duyarsızlık bizi öylesine benliğimizden uzaklaştırmış ki, her şeyi bir an önce paraya tahvil etme duygusu yaşamın sürdürülebilirliği ile ilgili meseleleri ortadan kaldırıyor sanki. Bir yandan rüzgârgüllerini yapıyoruz ama nereye yaptığımızı, yaparken habitatın doğallığını nasıl tehdit ettiğimizi görmezden geliyoruz.
Örneğin ben… Alaçatı’da yaşıyorum. Rüzgârımız şarkılarımız olmuş. Rüzgârgüllerini gördüğüm zamanlar içimde hoş kıpraşmaların olduğunu hissediyorum. Yüzüme mutluluk ifadeleri yansıyor. Görebiliyorum. Ama gelgelelim olur olmaz her yeri rüzgârgülleri ile donatmak, kuş sürülerinin göç yollarını tıkamak, yaşam alanlarımızın göbeğine bu direkleri koymak hevesimizi kaçırıyor. Nedir bu doymazlık, görmezlik anlamakta gerçekten zorluk çekiyorum. HES’ler ve RES’ler aslında yaşamın kendi iç çelişkilerine güzel örnekler. Bir yandan çok gereksinmemiz olan temiz enerjinin adı iken bir anda doğa katliamının baş aktörleri olabiliyorlar!
Yaşamın gerçekten bir “etik sınav” olduğunun göstergesi olan HES’ler ve RES’ler duygularını paraya tahvil etmişlerle, insan aklının sağduyusu arasındaki kavgadır. İşte bu yüzden blog yazılarımdan oluşan kitabıma EKOIQ’dan alıntı yaptığım bu haberle ilgili başlığı verdim. Çünkü o yazılar aynen bunu anlatmaya çalışıyor!
Dünya nereye doğru gidiyor sence? Son derece çelişkili eğilimler bir arada yaşanıyor. Bir yandan teknolojik gelişmeler, insanlığın arasındaki sınırlarını berhava ederken, diğer yandan da özellikle bulunduğumuz coğrafyada ama dünyanın dört bir yanında da insanlar farklı din, mezhep veya kültürler yüzünden birbirini boğazlıyor. Çevre konusu da benzer durumda. Bir yandan Paris İklim Zirvesi’nde dünya devletleri ilk defa bir araya gelip önemli kararlar alırken, diğer yandan çevre katliamları hız kesmeden sürüyor. Sen nasıl yorumluyorsun bu gidişi?
Başımıza gelmesinden en korktuğum gelişmeyi EKO IQ’nun Ocak 2016 sayısında küçük haberler arasında okudum! “Kanada’da bulunan Vitaly Air adlı bir şirket Rock Dağları’ndan alınan temiz havayı şişeleyerek Çinli müşterilerine satmaya başladı. Şişelenmiş hava fikri başta bir şaka olarak ortaya çıktı, fakat daha sonra sadece dört gün içinde 500 şişe satınca şirketin kurucuları bunu ticarete dönüştürmeye karar verdi.”
Bu haber gelecekte neler olabileceğinin çok net fotoğrafını veriyor. Benim çocukluğumda suyu musluktan içerdik. Eve damacanalar ile su gelirdi ama temel alışkanlık musluk suyu idi. Çok değil kısa bir süre sonra muslukların üzerinde “içilmez” ibaresi belirmeye başladı! Vitaly Air şirketi ile başladığı görünen oksijenin kavanozlara girmesi gelişimi bir bilim-kurgu romanı değil yaşamın ta kendisi!
Son aylarda okuduğum ve birkaç kez daha okunması gerektiğini düşündüğüm Yuval Noah Harari’nin Homo Sapiens kitabının içinde tüm soruların cevapları var; insanoğlu iyiye gitmiyor… Hem kendisi kendi sonunu hazırlıyor hem de kaynaklarını sorumsuzca tükettiği gezegenimizin! M.Ö. 10 binde tarım devrimi ile “mülkiyet” kavramıyla tanıştık ve 1800’lerde de sanayi devriminin “aç gözlülüğü” ile bunlar evlendiler. Geriye dönüşü olmayan bir yola girildi yani. İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özellik olan ahlâk yerini para ve paranın satın alabileceklerine bırakınca kendimizi sorunlar yumağının içinde bulduk.
Bu yumağın bir yerlerinde bir “uç” bulup çekiştirmeye başlıyoruz. İklim değişikliğini durdurmak için, açlık ve yoksulluğa geçici de olsa çözümler üretmek için, temiz su kaynakları tükenmesin, salgın hastalıkların önüne geçilsin, savaşan silahların namlularında çiçekler açsın diye saf ve temiz duygularla bu uçları çekiştiriyoruz. Soluk almak için duraksadığımızda yumağın içinden çekiştirdiğimiz bu uçların her birinin başka sorunlar yumağına dönüştüğünü görmek, heyecanımızı, motivasyonumuzu ve gelecekle ilgili umutlarımızı yok ediyor maalesef!
Tüm bu sorunların içinde dünyanın ihtiyaç duyduğu ortam aslında “Gezi Ruhudur”! Her ülkenin yakın geçmişte yaşanmış bir “gezi ruhu” var. Ama bunlar iktidara gelmeyi beceremiyor. Dünyanın insan elinden çıkma sorunlarına bu sorunların ana kaynağı olan yine insan elinden çıkma Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu gibi kurumlarla çözüm bulma arayışı gündemde. Bu kurumların yaşamasına izin veren güçler tabii ki Gezi Ruhlarının ortalıkta dolaşmasını istemiyorlar.
Örneğin, Avrupa ülkelerinde 1990’lı yıllarda doğan ve şimdi iş güç sahibi olan çocuklar mülteci sorununa akıl sır erdiremiyorlar. Mülteciler onlar için savaş nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kalmış kişiler. Varlarını yoklarını kaybetmek ve yollarda ölmek pahasına kaçıyorlar Avrupa ülkelerine. Çoluk çocuk sığınmak istiyorlar ama Avrupalıların huzuru kaçıyor işte! Yaşam kaliteleri olumsuz etkileniyor bu gidişattan.
Bir de islami terör diye yaftalanan bir olgu var. Bu yüzden metrolara binemez, maçlara gidemez oldular. Coğrafyanın Orta Doğusu ve Afrika özellikle 1990’lı yıllarda Avrupa’da doğanlar için bir sıkıntı kaynağı. Ama hiç biri farkında değil veya onlara anlatılmıyor; tanık oldukları ve şikâyet ettikleri bu durumun müsebbibi son 150 yıldır babalarının ve dedelerinin izlediği küresel açgözlülük politikalarının bir sonucu!
Önce sanayi devriminin kapitalizmle evrilmesi ile ortaya çıkan iştah ve bunun paranın para kazanmasına dönüştürülmesi ile ahlaki değerlerin sümen altı edilmesi, arkasından da tüketim toplumu ile paranın her şeyi satın alabileceğine dair dayatılan bir yaşam tarzı insanoğlunu son viraja soktu.
Daha da kötüsü ülkelerin gelişmişliği için Amerikan Dolarına dayalı bir birim geliştirildi. Bana kalırsa öldürücü darbe bu oldu. Çünkü büyümek, daha büyümek, hesapsızca büyümek, arsızlık yaparak, ahlâkı değerleri bir kenara bırakarak büyümek Amerikan Doları cinsinden karşılığını “gelişmişlik” adı altında buluyor. Sanayi devrimi öncesinde böyle bir gelişmişlik göstergesi yoktu. Belki evlerimizde buzdolapları yoktu, elektriğin yaşamı dönüştürdüğü alanlardan on yıllarca uzakta yaşıyorduk. Belki “din adına” savaşlar içindeydi insanlık ama hiç birisi kişi başına gelirin Amerikan Doları ile ölçümlenmesi kadar zarar veremedi.
On binlerce yıllık insanlık tarihi içinde son 150 yıl bu gezegenin en talihsiz dönemi olarak kayıtlara geçti. Şimdi tamir ve onarım yapalım şeklinde beklentiler var ancak korkarım yakın bir gelecekte ortada tamir edilecek bir şey kalmayacak!
Nereye gittiğimizi görebilmek için iki temel parametreye bakmak yeterli aslında; iklim değişikliğinin kırmızı çizginin ne kadar üzerinde olduğu ve özellikle gelişmemiş ülkelerde kontrol altına alınamayan nüfus patlaması… Rakamlar pek de umut verici değil!
Dünyanın karşı karşıya kaldığı bu büyük ve ciddi politik sorunlar ne yazık ki, çevre ve iklim değişikliği sorunlarını kimi zaman tali hale getirebiliyor. Ben bunu bazen, gemi batarken birbirini boğazlayan insanlara benzetiyorum. Birbirimizi yok etmeye çalışırken, kendimizi de yok edecek bir süreci hiç umursamıyoruz. Peki insanlık neden bu kadar miyop? Ne dersin? Genetik mi kültürel mi kataraktın nedeni?
Yeni yüzyılda yaşam döngüsünün nasıl şekilleneceğini tahminimce üç olgu belirleyecek; enerji, tohum ve teknoloji. Finans arka planda siyasete ve gelişmelere göre pozisyon alacak! Şurası bir gerçek ki insan elinden çıkma yasalarla doğanın yasaları tekrar ama daha şiddetli karşı karşıya gelecek. Bunları söylerken Japonya’yı bir felaketin eşiğine getiren tsunami dalgaları görüntüleri geliyor gözümün önüne. İnsan elinden çıkma yerleşim birimlerini önüne katıp süpürür giderken tsunami dalgalarını engelleyebilecek ne bir yasa vardı ne de başka bir olgu.
Yaşamın sac ayağında temelde üç oluşum var; aile, bu ailenin içinde yer aldığı toplumsal yaşam ve toplumsal yaşamın evrensel karşılığı olan insanlık. Ben çekirdek aileyi kaybettiğimizi düşünüyorum. İyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin açılımındaki etik ve ahlaki değerlerini temsil eden temel davranış kalıplarının kaybının çarpan etkisi ile ait olduğumuz toplumsal yaşama oradan da evrensel boyuta yansıdığı kanaatindeyim. Evde saksıda çiçek yetiştirme duyarlılığımızı kaybettik. Dünyada o kadar aç insan varken tabağımızdaki yemeği bitirmek bir kuraldı. Komşuluk dayanışması diye bir şey vardı. Yaşam için hava-su kadar gerekli olan ve canlılar arasında sadece insana ait olan bu davranışsal kalıpları ailenin dışına çıkmakla kaybettik.
İkinci kırılma bilimin ahlaki erozyonunda. Çağlar boyunca bilim kendini baskı altında hissetmiştir. Doğru. Ama eğer son zamanların popüler televizyon dizisi Manhattan’ı izlediyseniz, sağlıkta, ilaçta, genetiği ile oynanmış gıdada ve daha sayabileceğimiz yaşamın tüm alanlarında bilim adına işlenen insanlık cinayetleri korkutuyor hepimizi. Manhattan biliyorsunuz ABD’de atom bombasının geliştirilmesinin kod adı idi.
Üçüncü ve bence en tehlikeli gösterge para ve dinin boşlukları doldurmuş olması. Doğal olarak siyaset bu faktörlerin ışığında şekilleniyor. Bunun en çarpıcı örneğini BP’nin kurulması uğruna 1915’lerde Orta Doğu coğrafyasında yaşadık. Günümüze kadar da rüzgârları bir şekilde esti.
Petrol alanlarına sahip olmak uğruna din istismar edildi, para siyasete yön verdi, O güne kadar olmayan ülkeler ve uluslar icat edildi, çöl kumlarında sınırları çizildi vs… Oysa petrolü bulmak ve işlemek için harcanan paralar rüzgâr ve güneş gibi kaynaklardan elde edilebilecek enerji için teknoloji geliştirmeye harcanmış olsa daha mı farklı bir dünyamız olurdu! Ama akıl ve sağduyu ile duyguların paraya tahvil edilmişliğinin kavgasıdır bugün tanık olduklarımız.
Sen asıl olarak bir iletimcisin. Sana net olarak soruyorum: Sürdürülebilirlik ve iklim değişikliğinin iletişimi konusunda ilk olarak ne yapardın elinde olsa? Sorunlar nerede yatıyor? Bu konuda hangi özneler neler yapmalı ilk adımlar olarak? Nereden başlardın elinde bir güç olsaydı? Veya bu güç nasıl yaratılabilir?
Para-din ve siyasetin maskelediği alanların dışındaki dünya ile tanışmak gerekiyor. Basit köy hayatına dönüş böyle bir özlemin yansıması sanki. Öze dönmek. Entelektüel birikimle dönmek.
Mesele “hesap verilebilirliğin” yaşam döngüsünün ana değerlerinin başında tanımlanması gerekiyor. Sürdürülebilirliğin doğasındaki unsurlardan biri olan hesap verilebilirlik tek başına bir değer olmak konusunda gelişiyor. Kime karşı hesap verilebilirlik; önce kendimize, sonra içinde bulunduğumuz yerel topluma ve tabii daha sonra evrensel izdüşümünde ne geliyorsa…
Bugün yepyeni hesap verilebilirlik ölçütlerine gereksinmemiz var. Öyle bir içerik olmalı ki “ikna edici” değilse ilerleme şansı olamasın. Aklıma ÇED raporları geliyor. Aslında bunlar hesap verilebilirlik beklentisi içinde uydurulmuş belgeler. Ama hiç birinin ikna edici özelliği yok. Dolayısıyla ben öncelikle bu konu üzerinde çalışırdım. Toplumu ikna edici özelliği olan hesap verilebilirlik ölçütleri neler olacak diye.
Benim en çok üzerinde duruğum konulardan biri de, bu konuda en çok çalışanlar, STK, akademisyenler, aktivistler arasındaki iletişimsizlik. Ne yazık ki, umarsızca birbirini boğazlayamaya çalışanların yanında, bir de bu var. Herşeyin farkında olmakla birlikte, bir araya gelip ortak bir akıl ve hareket yaratamayanlar, en az diğerleri kadar acıklı değil mi? Ne dersin?
Ben tam tersini düşünüyorum. Bunlar ilgi alanlarına giren konularda “mutlaka” dünyanın farklı köşelerinde durmalılar. Çünkü her birinin farklı birikimi, deneyimi ve gözlemi var. Paranın yönettiği alanlarla baş edebilmek için bunlara ihtiyaç var. Zaten böyle olabildiği için sivil toplum bu kadar güçlendi. Tabii ki burada art niyetli, birinin kuyusunu kazma gibi niyetli olanları konu dışında bırakıyorum. Ama Gezi Ruhundaki dayanışma bunun en güzel örneğidir. Bir masada bir araya gelmeyecek topluluklar ortak bir amaç uğruna sokaklara çıktılar. 1999 Seattle bir başka örnek olarak geliyor aklıma. Wall Street’in işgali bir başkası. Ancak geçenlerde “Temiz toplum mu sivil toplum mu” başlıklı bir blog yazdım. Sivil toplumun hükümetler üzerindeki gücünü keşfeden bazı şirketlerin kendilerinin de dernek, vakıf ve benzeri isimler altında sahneye çıkışları sivil toplumun kimliğini sıkıntıya soktu. Buna dikkat etmek gerek.
Sen iş dünyasını çok yakından tanıyorsun. Nihayetinde senden akıl alıyor birçoğu. Onların durumu ne sence? Bu konularda ne kadar işbirliğine açıklar? Ortak aklın yaratımında bir rolleri olduğunu inanıyorlar mı?
İş dünyasının pusulasını kaybettiğini düşünüyorum. Uzun vadeli stratejik planlar artık işe yaramıyor. Özellikle teknolojinin hızı alışkın oldukları şablonlarla hareketi zorluyor. Regülasyonların nereye varacağını bile kestiremiyorlar. Örneğin 100 yıl sonra ilaç şirketleri kalacak mı? Ben hiç sanmıyorum! İlaç endüstrisinin yerini Ar-Ge’si, pazarlaması ve kişiye özel tedavi odaklı çözümleri ile STK kimliğinde uluslararası kuruluşların alacağını düşünüyorum.
Diğer yandan otomotiv endüstrisindeki değişim ve dönüşümü örnek almak gerekiyor. Tesla ile yeni bir dönem başladı. Diğer sektörlerin Teslaları olacak ama onlar ne kadar hazırlar?
İnovasyon kültürüne yatırım yapanlarla aynı dili konuşabileceğimizi düşünüyorum. Çünkü iş dünyası sosyal inovasyonda da çok para kazanabilir -eğer derdi sadece para kazanmaksa- ama aynı zamanda insanlığa da bir hizmeti dokunmuş olur.
Ben çalışanın öneminin keşfedildiğini düşünüyorum. Ama sürdürülebilirlik meselesini iş modeli olarak benimsemeyen şirketlerin çalışanın önemini keşfetmiş olması çok anlam taşımıyor. Bu nedenle regülasyonların sürdürülebilirliği tüm sektörlerde geçerli olabilecek kapsayıcılıkta olması gerektiğine inanıyorum. Öte yandan iş dünyasının sivil toplum ve meslek örgütlerine çok iş düşüyor. Mesela Küresel İlkeler Sözleşmesi konusunda iyi bir sınav verdiler. GRI raporlaması konusunda da bir bilinç oluştu. Ama özü samimiyet olan bir derinlik gerekiyor. O kuruluşların işi de bu.
TEİD’in dergisi Inmagazine’deki son yazında shareholder odaklı şirketlerin devrinin geçtiğini, onun yerini ilk önce stakeholder’ların, sonrasında ise shape holderların aldığını anlatıyorsun. Son olarak da Ethical Corporation’ın kurucusu Tony Webb’in Smallholders teriminden bahsediyorsun. Ve o yazının başlığı da, “Markalar sürdürülebilirlik konusunda smallholder çiftçilere nasıl yardım edebilirler?”. Yani konunun çevresel sürdürülebilirlikle de bağlantısı var. Bize biraz bu konudan bahsedebilir misin?
Tekrar “aileye” dönüş bir anlamda. Smallholder bunu anlatıyor bana. İçinde girişimcilik var, yerel kimlik ve kültür var, ekonomi var, sürdürülebilirliği tanımlayan süreçler ve politikalar var. Ölçek küçük olunca yönetmek ve elle tutulur sonuçlar almak da daha kolay. Bunu 1500 yataklı bir tatil köyünü yönetmekle 25 odalı aile işletmesini yönetmek arasındaki farka benzetebiliriz. Dünyanın gidişatında böyle bir süreç yaşanacak. Ancak ömrü ne kadar olabilir kestiremiyorum.
Smallholder, fikri olan, becerisi olan, entelektüel birikimi olan, üretim kapasitesi olan işbirliğine açık küçük üreticiler topluluğu. Doğa ile barışık, insan ile uyumlu bir donanımları var. Markaların küresel işbirliklerini bu topluluklara yönlendirmesi ile gezegenin kazanacaklarının olduğunu düşünüyorum.
Güler Köstem
Mart 16, 2016Güzel bir yazı.Ufkumu açtı.
Sağolun.