“Rüzgarın Alacatılı Notaları” başlıklı yazım Mesa Dergisinin İlkbahar 2016 sayısında yayımlandı. Benim için yazması en zor yazılardan biri oldu. İnsan yaşadığı yeri kolay kolay yazamıyormuş! Yayımlandığı hali ile bu ekten okuyabilirsiniz. Ruzgarin Alacatili Notalari
Düz yazıyı tercih ederseniz, aşağıda…
Salim Kadıbeşegil
Yedi yıl bitmiş, Ege’nin bu şirin beldesine taşınalı… Yaz-kış iki katlı bahçeli bir taş evde Alaçatı’yı yaşamak her şeyden önce beynimizi dinlendiriyormuş. Bunu gördük. İstanbul’daki dostlar soruyorlar; “N’apıyorsunuz orada, zaman nasıl geçiyor” diye… Aslında ilk öğrendiğimiz “Hiçbir şey yapmamamın da bir şey yapmak olduğu” imiş. “Gerçekten sabah kalktığınızda tembel tembel gerinirken “bugün ne vardı” sorusunu sormaya bile gereksinim duymayacağımız bir yaşamı nasıl olur da “dolu dolu” yaşar insan, buna şaşıyoruz işte! Dahası; “Ne giyeceğim, takıştıracağım” sorularına yer kalmayan bir yaşam koridorunda “Alaçatı’da değil Alaçatı’yı yaşamak”… Bu bir seçim… Vitesi küçültme kararını verebilenlerin toplaştığı yer burası! Yaşama, kariyere dönük “iddiaların” biraz da anlamsızlaştığına tanık olduğumuz bir yaşam tarzı. Ya da yaşam ve kalite arasındaki dengeyi kuyumcu terazisi hassaslığında tartan bir yerleşim beldesi.
Gelenlere şöyle bir tavsiyede bulunuyorum.
Beyninizi boşaltın. Beklentinizi yükseltmeyin. Ama rüzgârla her tarafınızı sıvazlayacak tüm sürprizlere hazır olun. Birkaç günlüğüne de olsa başrolü kendinizin ve aile bireylerinin oynadığı bir platoda belki de yıllar boyu bıkmadan usanmadan anlatacağınız anılarla harman olacaksınız. Hele duygularınızı kıpraştırmak istiyorsanız Alaçatı’ya gelmeden önce yerel yazarlardan Mehmet Culum’un “Alaçatılı” romanını okumalısınız! Arkasından da İsmail Gezgin’in “Alacaat’tan Alaçatıya” isimli kitabını. (Bizim Alaçatı sevdamız kendini korumayı başarmış evleri, sokakları, kapıları ve insanları ile bütünleşen bu iki kitapla anlamlı bir yaşama dönüştü)
Özgün kimliğini günümüze kadar korumayı başaran Alaçatı’dır sunakta duran. Özellikle 1990’ların ortalarında başlayan değişim rüzgârları Alaçatı’yı otantik yerel yemeklerin yendiği, antika meraklılarının az rastlanır antikalar için sıkı pazarlıklar yaptığı, yüz küsur yıllık eski Rum evlerinin Arnavut kaldırımlı sokaklarla dans ettiği bir yöre haline getirmiş. Tabii ki sörf ve kite tutkunları için beylik bir adres, şifalı jeotermal sularında sağlık kürleri durağı ya da deniz-kum-güneş üçlemesinin öncelikli tercihi… Yatçılar için de Çeşme ve Alaçatı’daki yat limanları ile “denize açılma” kültürünün balıkçılardan gösterişli teknelere yayıldığı başka bir dünya.
Ne yapmak istediğinizle ilgili zengin bir açık büfe Alaçatı.
Her yer yürüyerek 5 dakika
İstanbul’da, Ankara’da veya diğer büyük şehirlerde yaşamın bıktıran koşuşturmalarının arka planında kenar süsü gibi duran bir hayalin fotoğrafını tutuyor elleriniz; “Ah günün birinde sakin, sessiz bir Ege kasabasına yerleşsem…” diye iç geçirişimiz var ya, Alaçatı birçokları için rol model.
Aslında kışlık nüfusu 10 binlerde. Yazın kim bilir kaç katı. Çünkü yaz aylarında Alaçatı’nın nerede başlayıp, nerede bittiğini kimse bilmez. Az zamanda çok şey yapmak isteyenler benim gibi Alaçatı’yı merkeze alıp her biri araba ile 5-15 dakika uzaklıktaki Çeşme, Reisdere, Ilıca, Ovacık, Çiftlik, Aya Yorgi, Dalyan, Ildırı, Germiyan’ın sundukları ile farklı deneyimler yaşayabilirler. Her birinde farklı kültürlerin harmanı ile gezinebilir, yemek yiyebilir, fotoğraf çekebilir, denize girebilir ya da aylak aylak vakit geçirebilirsiniz.
Ama tüm bunların arasında özgün ve dik duran Alaçatı’dır, köy içidir,1800’lü yıllardan kalma Rum evlerine bitişik yapılmış yeni taş evlerdir bizleri sokak sokak ağırlayan.
Aslında şöyle yapalım; Alaçatı’ya gece gelmeyi deneyin. Yaz olsun kış olsun fark etmez! İzmir-Çeşme otoyolunda Zeytinler ayrımını geçtiğiniz anda kendinizi gecenin karanlığında ruhunuzu farklı yerlere götürecek gelincik tarlasında gibi hissedersiniz. Rüzgâr tribünlerinin tepelerindeki kırmızı ışıklar 10 dakikalık bir uzaklıkta olduğunuzu söyler. Otoyolun sağında göreceğiniz rüzgâr güllerinin her birinin adı bir Yunan tanrısına verilmiştir. Sonrasında zaten sapsarı bir ışık seli bir bayram coşkusu varmışçasına Alaçatı’yı ayaklarınıza serer.
Bizler için köy merkezine yürüyerek 5 dakika uzaklıkta oturuyor olmanın ayrıcalığı var gibi görünüyorsa da aslında Alaçatı’da her yer bir diğerine 5 dakika uzaklıkta. Bu “beş” dakikalık yürüyüşler içinde kültürel ve entelektüel bir zenginliğin sizi çepeçevre sardığını hissediyorsunuz zaten.
Köşe başındaki galerilerde Bedri Rahmi ya da Nuri İyem’in eserlerini görüyor olmanız bir tesadüf olabilir mi? Hatta işi Dali’ye kadar abartabilirsiniz. Meyhanelerin arasında ne işleri var bu eserlerin buralarda diyebilirsiniz. Ama şimdi meyhane kılığına girmiş bu mekânların yüz küsur yıllık öykülerini dinlemeye ne dersiniz? Mübadele ile adalara göç eden hangi Rumlardan kalmış; Kosova, Selanik, Arnavutluk’tan gelen hangi aile yerleşmiş oraya… Ne yemişler, ne içmişler… Rumların sakız, zeytin, zeytinyağı, üzüm bağlarından oluşan zenginliği yerlerini tütün, kavun ve kuru tarlaya nasıl terk etmiş!
Entelektüel zenginlik şaşırtmasın!
Bir süre mekânların tabelaları oyalayacak gözlerinizi. Her birinin sadeliğini, basitliğini ve yerel malzemeden yapılmışlığını çok seviyorum. Tabii aralarında çıkıntılık yapanları var! Ama olsun belki onlar da bir gün belki bu yerellik kervanına katılırlar. Nasıl ki şimdilerde artık kimse plastik sandalyeye tahammül edemiyorsa… Dolayısıyla artık hiçbir kafede, restoranda nasıl ki plastik sandalye göremezseniz, benim tabela takıntım da belki günün birinde böyle bir uzlaşıda buluşabilir.
Zaman dışarıdan bakıldığında tembellikle akıyor gibi görünebilir. Ama bir entelektüel sermaye ölçütü koysalar kişi başına en yüksek birimlerden birini alacak olan Alaçatı’da müziğin, sinemanın, kitabın, sanatın, tarihin, felsefenin, teknolojinin ve dahi tıbbın en derin konuşmalarına tanık olmanız şaşırtıcı değil. En azından benim için öyle… Yeter ki kahvede hal hatır soran, konuşan ve karşındakini tanımaya meraklı duruşunuz olsun. Yerel halk da dahil herkes zaten “sizin” gibi biridir. Arkasında yılların birikimi, deneyimi, başarıları, başarısızlıkları kısaca yaşanmışlıkları vardır. Ve bunlar sohbetlerde değiş-tokuşa değerdir!
Birkaç yıl önce böyle koyu sohbetlerin konularından bir tanesi “caz” idi ve arkasından 6 ay sürecek “Caz rüzgârları” yaşadık bu beldede. Önder Focan’lardan Kerem Görsev’lere varıncaya değin kulaklarımın pasının canlı canlı silindiğini yaşadık burada…
Bir başka derin sohbet “IF film festivali” iken kendimizi birkaç ay sonra festival filmlerini Alaçatı’da izlerken buluverdik.
“Atıklardan el sanatı olur mu?” tartışması bir kış boyunca Kırmızı Ardıç Kuşu’nun ev sahipliğinde hepimizi atıklarla sanata bulaştırmıştı.
Söylemden eyleme meraklı bir insan topluluğu yaşar burada.
Alaçatı ‘da zaman
Bir gününüzü mutlaka sokaklara ayırın. Atın kendinizi . Kaybolun. Fotoğraf makinanızla birlikte. Konaklama tesislerinin hemen hepsinden bisiklet kiralamak da mümkün. Ya da eski belediye binasının aşağısından elektrikli bisiklet de kiralayabilirsiniz.
Aslında kaybolamıyorsunuz. Kandırmayın kendinizi. Kaybolmaya çalışsanız bile dakikalar içinde buluyorsunuz nerede olduğunuzu. Daracık ara sokaklardaki yerel halkla sohbet edin. Sıcak bir karşılama göreceğinize emin olun. Sokaklardaki köpeklerin çokluğu ürkütmesin sizi. Evet hepsi sokak köpeği ama hepsinin adı var. Soyadları sanki “Alaçatı” diye kütüğe yazılmış!
Günlerden cumartesi ise şanslısınız; Dillere destan Alaçatı pazarı tüm gün sizi oyalayabilir.
Bahar aylarının lavanta kokulu sokakları elde bir fotoğraf makinesi ile kaybolmak için bire bir. Günlere sığdıramayacağınız kadar çok detayla burun buruna geleceksiniz. Son yıllarda gelinler ve damatlar keşfetti Alaçatı’nın romantik yanını… Her köşe başında profesyonel bir fotoğraf ekibinin damat ve gelinlere poz verdirdiği görüntülerle zenginleşiyor şimdi sokaklar.
Öyküler dinleyin dönüşte anlatmak üzere
Hacı Memiş mahallesi ilk yerleşimin olduğu bölge. Şu anda sanat galerileri, antikacılar, özgün dükkânlar ve kafe-barlar ile çekim merkezi. Ama beni daha çok oradaki binaların öyküleri ilgilendiriyor. Her biri 130-150 yıllık yapılar. Kapılarının üstlerinde yapıldığı tarihleri görürsünüz. Nasıl olmuş da fay hattı üzerindeki Alaçatı bu kadar deprem geçirmişken bu evler sapasağlam günümüze gelmiş… Nasıl bir mimari zenginliktir, malzemedir, işçiliktir günümüzde öykündüğümüz!
Öykülere meraklıysanız her şeyi sorun. Örneğin ben Alaçatı’nın girişindeki yel değirmenlerinin öyküsü ile başladım bu işe. 1800’lü yıllarda yapılmış bunlar. 14 tane imiş. Alaçatı ve çevresindeki köylerin buğdaylarının öğütüldüğü bu değirmenler o dönemde ekonomiyi omuzlarda taşırmış.
“Liman” ve Alaçatı… Önce tuhaf gelir. Denize bitişik değil ki liman olsun. Merakım beni kite yapanlardan çekilmiş denizin dibindeki eski liman kalıntıları fotoğrafları ile buluşturdu. Sörfçülerin Çark plajı ve Yumru koyu berisindeki bölge tarihi liman… Rumlar Agrilia adını vermişler limana. O zamanlar Sakız adası ile ticaretin beşiği… Limanın ile bir başka öykü; sadece o yörede olan bir zeytin ağacı türüne bağlanırmış tekneler! O ağacın adı imiş “Agrilia”…
Kişisel merakım bir öykünün bitiminde başka bir öyküye sıçrama yapmak için hazır bekliyor sanki.
Ama önemli olan günü bu öykülerle harmanlayarak yaşayabilmek… “Hiçbir şey yapmamanın” zenginliğini akşam olunca “ne çok şey yaptığınız bir güne” dönüştürebilme becerisi… Müzik seçimleriniz ve kitaplarınızla birlikte olduğunuz sürece gerisi havanın durumuna göre “rastgele” mekân seçimlerinize kalıyor.
Bir bakmışınız balık mezatının önünden geçiyorsunuz. Her gün saat 11’deki bu mezattan balık almak zorunda değilsiniz ama neden yarım saat açık artırmayı izlemeyesiniz! Birkaç dakika uzaklıktaki Dutlu Kahve’de bir sade Türk kahvesi kitabın sayfalarını çevirmeye başlamak için ideal bir seçim. Birkaç telefon konuşması ile dostlarla doluştuğunuz araba ile 10 dakika sonra sanki denizin içindeymiş gibi güneşli bir bahar öğleninde Ildırı’da balık yerken bulabilirsiniz kendinizi. Keyifli bir entelektüel sohbetle zenginleşen masa sizi akşamın erken saatlerine kadar oyalar. Akşam saatlerinde güzel bir kahve ya da şarap yudumlamak için o kadar çok seçeneğiniz var ki… Gün bitip de eve geldiğinizde cep telefonunuzdaki fotoğraflara bakıyorsunuz. “Ne çok şey yaptığınızın” belki de o an farkına varıyorsunuz.
Ot festivali
Mart ayının son haftası yapılan Alaçatı Ot Festivali günümüzde bir çok ilçe tarafından kopyalanmış özgün bir etkinlik. Rivayet o dur ki Alaçatı ve çevresinde 1001 ot vardır ve bunlar yemeklerimizde kullanılmaktadır. İşte en fazla otu toplayan ile en güzel otlu yemeği yapanın ödüllendirildiği Alaçatı Ot Festivali gerçek bir karnaval havasındadır.
Ot festivalinden bağımsız yaz aylarına kadar zengin çeşitteki Alaçatı otlarını tüm restoranlarda bulabilirsiniz. Ama yöreye özgün en önde geleni Prof.Dr namı ile anılan “Şevket-i Bostan’dır”.
Kumrunun öyküsü
Alaçatı ve çevresinde hemen her köşe başında kumrucu görürsünüz. Bununda öyküsünü merak ettim. Makedonya mutfağından esinlenildiği rivayet edilir. Kumrucu Hüseyin mucidi… Amerikalıların hamburgerinin damak tadımıza uymadığından şikâyetle nohut mayası ile yapılan ekmeği kömür ateşinde peynir, sucuk ve canınız ne çekiyorsa doldurup turşu ve ayran ile yiyebileceğiniz bir lezzet anısı…
Canınız deniz-kum ve güneş istediyse
Alaçatı’da deniz yok. Ama denizi olmayan bir tatil beldesi düşünülemez. Dolmuşlar, otobüsler vızır vızır. Yazın geldiyseniz Alaçatı’daki otellerden arabayla 5-17 dakika uzaklıkta nasıl bir gün geçirmek istediğinize bağlı olarak benim sayabildiğim 34 plaj seçeneği var. Kalabalık, sakin; yüksek sesli müziği olan Beach Club’lerden, sessiz, huzurlu rüzgârın sesine uyumlu; küçük çocukların şen kahkahaları olanlarından, çocuksuz olanlara, sörf yapabileceklerinizden sadece ayaklarınızı ıslatmakla yetineceğinize kadar…
Ilıca Plajı ve Şantiye evleri
Ilıca plajları dünyanın sayılı merkezlerinden biri… İçinden çıkan termal suyla buluşan deniz sıcacık bir davet gönderiyor size. Şantiye evlerinin hemen önünden uzanan bu plajlarda Nisan ayından Ekime kadar denize girmek mümkün…
Şantiye evleri demişken; alın bir öykü daha… Ilıca’da 1950’lerde yapılmış bu tek katlı evler düzenli bir planlamanın ürünü. Bir Alman şirketi tarafından gerçekleştirilmiş. O yıllarda İzmir’in kalburüstü kesiminin yazlık evleri olan şantiye evleri ve koruma kurulu kararları ile pek de bozulmadan günümüze gelmiş. Kaynaklar bu projenin fikir babasının Dr. Halis Temel olduğunu söyler. Tek katlı 400 ev günümüzde hala İzmirlilerin yazlık buluşma merkezi. İlk yapıldığı yıllarda İzmir’den araba ile yarım günde gelinen bu evlere ulaşmak için o yıllarda önce Alaçatı’dan geçmek gerekiyordu.
Kilise Camii
Bu iki kelimeyi yan yana hiç duymamış olabilirsiniz. “Nasıl yani” diye de sorabilirsiniz. Ama Alaçatılılar arasında şu konuşmaya sık tanık olabilirsiniz; “Kilise camiinin orada buluşalım”…
Özellikle Ege Adaları ve Yunanistan’dan göç alan Alaçatı’da 1830 yılında yapılan Meryem Kilisesi kurtuluş savaşı sonrasında camii olarak ibadete açılır. Şimdi Pazar Yeri Camii olarak tanımlanan ibadethane duvarlarında Hristiyanlığı sembolize eden freskler bulunuyor. Bunlar titiz çalışmalar sonucunda geçtiğimiz yıllarda büyük bir restorasyondan geçirildi. İbadet anında bir branda aracılığıyla kapatılınca camiye dönüştürülen bu mekân, diğer zamanlarda ziyarete açık bir müze gibi… Böylece ülkemiz ilk Kilise/Cami’ye sahip olmuş durumda. Önündeki meydanda hediyelik eşya stantlarını bulmak mümkün.
Yazarların imza günleri
Bir zamanların imamı, sonraların terzisi ama şimdi Alaçatı’nın kitapçısı Ömer Önal ile tanışın. Son okuduğu kitaplardan esinlenin. Ya da yaz aylarında düzenlediği imza günlerinden birinde, Hıfzı Topuz, Elif Şafak, Ahmet Ümit, Aret Vartanyan, Ayşe Kulin gibi yazarların imzalı kitaplarından alın.
Farklı bir gün olsun dediniz. Shengen vizeniz de var; sabah Çeşme’den atlayın feribota 45 dakika sonra Sakız’dasınız. Keyif dolu bir gün geçirin akşam dönün Alaçatı’ya. (Alaçatı-Çeşme 10 dakika)
Sonuçta Alaçatı, öykülerle harmanlanmış bir zamanı gönlünüze göre yaşayabileceğiniz protokolü olmayan bir belde. Havaalanına 40 dakika uzaklıkta. İstanbul’da iş çıkışı karşıya geçmekten daha zahmetsiz gelinebilecek bir yer.
Hacı Memiş
Alaçatı’da en fazla duyacağınız isimlerden biri olan Hacı Memiş’le tanışmaya geldi sıra. Günümüzde Hacı Memiş mahallesinin popülaritesinin kaynağı 1800’lere uzanıyor…
O dönemde Alaçatı sıtma ile savaşıyor ama başaramıyor. 1800’lerin başlarında Osmanlı’ya isyan eden Mısır’dan kaçarak bölgeye gelmiş ve bataklıkların kurutulmasını sağlamış kişi Hacı Memiş… Bataklığı kurutmak üzere “Alacaat Limanı’na” bir kanal açılmasına karar verilir. Kanal inşaatında çalışmak üzere gelen depremle sarsılan Sakız adasından Rum işçiler getirilir, imar edip işlemeleri koşulu ile onlara tarla verilir.
Rumlar burada bağcılığı ve şarapçılığı geliştirirler; çekirdeksiz siyah üzüm başta olmak üzere buğday ve diğer hububat ziraatı da yaparlar. Anason ve kök boya üretimi onlarla başlar.
Sıtma mücadelesi başarı ile sonuçlanır. Limana kadar uzanan bataklık kurutulur. Yeni bir mahalle kurulur. Alaçatı’da kurulan bu yeni mahalle Hacı Memiş ismini taşır. Bu mahallede yine ismini taşıyan bir cami (1810) ve mezarlık vardır. 1858’de ölen Hacı Memiş’in, adını taşıyan Cami girişinin hemen solunda kardeşleri ile mezar taşları bulunur. Bugünkü Alaçatı, yani o günlerin ‘yeni köyü’, denizden birkaç kilometre içeride bu sebeple kurulur.
Agrillia ile başlayan hareket
Alaçatı her daim kıpır kıpır bir belde. Tarih boyunca hep kendini aramış, yenilemiş, farklılığı yakalamak istemiş. Belediyesinin 1870’lerde kurulmuş olmasının bunda büyük etkisi var. Yerel yöneticiler hep “farklı bir belde olabilmenin” arayışı içinde olmuşlar. Ama bugünkü Alaçatı konsepti 1990’ların ikinci yarısında 2002‘de kaybettiğimiz İzmirli yaratıcı insan Leyla Figen’in Kemalpaşa caddesi üzerindeki eski bir yem deposunu Agrillia isminde bir kafe-restoran açması ile başlar.
Hürriyet’ten Bahar Akıncı şöyle dile getirir gelişimin başlangıcını;
“Alaçatı hep vardı. Ama 90’ların ortalarında bile bir avuç insanın yaşadığı, kimsenin tanımadığı, kendi halinde bir kasabaydı. Bir tek sörfçüler bilirdi burayı. Onlar da köyün içini değil, rüzgârlı sahillerini.
Sonra bir şey oldu. İzmirli bir çiçek düzenleme sanatçısı kadın; hayatında ilk kez geldiği bu kasabaya âşık oldu. Hayatının en büyük aşkı olan adamı da ikna etti. Küçücük bir ev aldılar önce. Sonra evinin tam karşısındaki yem deposunu bir kafeye dönüştürdü.
Böylece, herkese ilham veren Agrillia açıldı. Sonra Leyla, yakın arkadaşı Zeynep Öziş’i 120 yıllık bir Rum Konağı’nı bir yılda yeniden ayağa kaldırması için cesaretlendirdi ve Alaçatı’nın ilk oteli; Taş Otel açıldı. Agrillia ve Taş Otel bir öncü oldu. Ardından zaman içinde hayatının ikinci baharını ya da hayatının baharında İstanbul’dan kaçıp hayatını yaşamak isteyenler bir bir taşınmaya başladı bu küçücük kasabaya. İşte bu ufak tefek mucize kadınla; Alaçatı’da hayat, donduğu yerden yeniden başladı. O kadın, Leyla Figen’di”
2000’lerin başında alınan sit koruma kararı ile mimari doku bir yandan korunurken diğer yandan her biri birer turizm markası olan yerel işletmeler bu gelişimi omuzlar. Taş Otel, İmren, Dutlu Kahve, Köşe Kahve, Orta Kahve, Sailors, Tuval, Alaçatı Kitabevi Leyla Figen’in Agrillia’sı gibi Alaçatı’nın markalaşmasındaki önemli kilometre taşlarıdır.
Saime Berkkan
Mayıs 30, 2016Elinize gözünüze sağlık. ..çok güzel kaleme almışsınız Alaçatı ve çevresini. . Bu arada fotoğrafımı kullanmanız da çok hoşuma gitti. .Fakat bu fotoğraf artık gercekte yok olmak üzere
.begonvil kurudu. .pencere dağıldı.
O da diğer yakalayabidiığım güzellikler gibi yalnızca fotoğraflarda kaldı. ..Sağlıkla sevgiyle kalın.