İklim değişikliği ve küresel ısınma iş dünyasının ne kadar gündeminde bilemiyoruz ama RepMan İtibar Araştırmaları Merkezi’nin bu yıl 6. sını düzenlediği forumda paylaştığı bilgiler oldukça çarpıcıydı. Merkez adına ZENNA Kurumsal Marka Araştırmaları ve Danışmanlık tarafından gerçekleştirilen araştırmanın en önemli bulgularından bir tanesi kanaat önderlerinin % 63 oranı ile şirketleri sürdürülebilirlik meselesinde “samimi” bulmamaları olarak karşımıza geldi. Paylaşılan araştırmanın ayrıntılarını www.repman.com.tr‘de bulabilirsiniz.
Genel olarak baktığımızda sürdürülebilirlik konusunda iş dünyasında bir gayret ve iyi niyet var ancak iş finansal beklentilerle hesaplaşmaya geldiğinde “çıkar çatışması” masada yerini alıyor!
Gezegenin kırmızı çizgisini biz “yeşile” boyama çabası içindeyiz ama iklim değişikliği ve küresel ısınma haberleri bu iyi niyet ve çabanın hiç de yeterli olmadığını yansıtan verilerle karşımıza çıkıyor.
Biraz gerilere gidecek olursak 1990’lara kadar gezegenin kırmızı (veya herhangi bir çizgisi) kimsenin umurunda değildi! İstediğimiz kadar ormanları katledebilir, maden aramaları için ekilebilir alanları tahrip edebilir, kimyasalları derelere, ırmaklara, denizlere salabilir, karbon monoksiti bir parfüm gibi üretimde-tüketimde kullanabilir ve doğanın yaşamın sürdürülebilirliği ile ilgili kurallarını hoyratça görmezden gelebilirdik. (Zeytincilik yasasını Meclis’ten geçirme gayretlerini hatırlayacak olursak bu saydıklarımız günümüzde hala geçerli)
Belki biraz “Y” kuşağının birazcık daha duyarlı olması ve hatta 2000’lerde bunların önemli şirketlerin önemli pozisyonlara gelmesi, biraz da kirlenme ile ilgili bilimsel verilerin günlük yaşamın akışını doğrudan etkilemesi ile göz kapaklarımız aralanmaya başlamış olabilir. Hiçbir zaman ve hiç bir şekilde kendi özel yaşantımızın bu kirlenmede payı olduğu gerçeği ile yüzleşmeden gezegenin yıpranmışlığının tamirat ve onarımı “birilerine havale” etmek hep işimize geldi! Ayda kaç kez uçtuğumuzun hiç önemi yoktu. Çöplerimizi cam-plastik-kâğıt vb. ayrıştırmanın “bananeciliği” yaşam tarzımız içinde eriyip gidiyordu. Allah’ın suyuna neden para verip aldığımızı bile sorgulamadığımız bir dünyanın içinde 1,5 milyar kişinin bu suya erişmekten yoksun olduğunu duymamız zaten olası değildi. Bindiğimiz aracın tükettiği benzini nasıl olsa şirket ödüyor mantığı zaten çalıştığımız kurumun atıklarını nereye ve nasıl boşalttığının gölgesinde cevapsız kalan sorular arasında kayboluyordu!
Yatalak bir hastanın başucunda…
Kısacası, gezegen kirleniyor, tedavi edilebilir hastalıkları yatalak bir hastaya dönüşüyor ama kendimizden başka herkesi nişan tahtasına alıyorduk.
Kurumsal sosyal sorumluluk icat ettik! Bireysel sorumluluklarımızı yeterince halletmişiz gibi sosyal veya kurumsal boyutta gezegenin hastalığına “pansuman” yapma fikri bir anda cazip geldi! Sosyal projelere aktarılan kaynakların temel amacının bir gazetede üç sütun haber olabilme hedefini hep inkâr ettik! Veya bu sosyal projelerin gölgesinde gezegenin aksırıp tıksırmasına neden olan kusurlarımızı ört-bas etme gayreti ile bu projeleri televizyon reklamı yapmaya kadar vardırabildik!
Biraz da sivil toplumun bastırmasıyla düzenleyici kurumların kamu yararına kanun, genelge ya da yönetmelik adı altında eline sopayı almasıyla bir kıpırdanma başladı. En azından “Birleşmiş Milletlerin Küresel İlkeler Sözleşmesi veya Bin Yıl Hedefleri” ve Global Reporting Initiative gibi sivil girişimlerin “sürdürülebilirlik standartları” bireylerin unuttuğu sorumlulukları şirketlere fatura eden reçeteleri ortaya çıkardı.
Ama tam da bu noktada işler sarpa sardı!
Çünkü temel sorunlar kanunlara, yönetmeliklere ya da regülatif yönlendirmelere tam uyum sağlama noktasında “çıkar çatışmasına” dönüşüyordu. İki nedeni var; Birincisi bunlara “tam uyum” yapılması gerekenlerin çok gerisindeki resmi yönlendirmeler. Düzenleyici kurumlar “ne yapılması” gerektiği konusunda adım atıp yayımlayana kadar koşullar değişmiş oluyor. Şirketler doğal olarak kendilerine bu yönlendirmeleri esas alıyorlar ve operasyonel süreçlerini buna göre tasarımlıyorlar. Ama bu karşı karşıya olduğumuz ve geleceğimizi toptan tehdit eden travmatik sonuçların tedavisini sağlıyor mu; tabii ki hayır! Pansuman bile değil! Bugün gündemimizde “sürdürülebilirlik” meselesi varsa bunun yarısı aymazlığımız, vurdum duymazlığımız, aç gözlülüğümüzden olabilir ama en az bir o kadarı da bu sorunu zamanında gereği gibi tespit edememiş ve kanun ve yönetmeliklere yansıtamamış hükümetlerin ve kamu kurumlarının uygulamalarından kaynaklanmakta.
İkinci husus ise; şirketler hala “finansal odaklı” verilerle yönetiliyorlar. Şirketin ne kadar temiz enerji kullandığı, atıklarını ne kadar itinalı imha ettiği, ya da karbon monoksit miktarını ne kadar azalttığı belki paydaşlarından “aferin” alıyor ama hissedarların toplantısında temel soru hala “kaç para kazandık” şeklinde!
Büyüme oranlarının parasal verilerle ölçümlendiği ekonomik ve ticaret dünyasında gezegenin mutlu olabilmesi mümkün değil. Gezegenin beklentileri ile şirketlerin çıkarları masanın altında birbirlerinin ayaklarına basıyor! Kısa vadede şirketler kazanmış gibi görünüyorsa da günün birinde doğanın tahribatı yüzünden üretim yapacak hammadde bulamayacak olan şirketlerin “neden hammadde yok?” sorusuna nasıl cevap bulacaklarını bende merak diyorum doğrusu.
Gezegeni bütünsel olarak kucaklamak
Küresel ölçekte işler hala eski alışkanlıklarla sürüp giderken 2000’lerle birlikte ümitlerimizi yeşertecek bazı ip uçları ortaya çıkmaya başladı. Hem de regülasyonların daha aklı ermezken. Gezegenin sorunlarını kendine “mesele” edenlerin ön ayak olduğu bu gelişmeler henüz avuçlarımızı ısıtmıyor bile olsa gelecekle ilgili umutların tükenmediğini ortaya koyuyor.
Örneğin temiz enerji olarak tanımlanan güneş, rüzgâr ve su gerçekçi biçimde teknolojisi ile evlendi ve hayatımıza girdi. Veya, büyük şirketlerin sürdürülebilirlik felsefelerini tedarik ve satın alma noktalarına taşımaya başlamaları… Yerli tohumun önemi GDO gündemini sollamak üzere. Organik ve ekolojik dönüşüm kentsel yaşamın girdabında kendine sağlam bir koltuk buldu! Toplumsal yaşamın katmanlarında farklı duyarlılık noktaları oluşmaya başladı. Engellilerin toplum içinde bizlerden “biri” olduğunu konuyla ilgili yasa ve yönetmeliklerden çok önce keşfettik. Kadınlar, çocuklar, hayvanlar, bitki türleri… Yaşama dair ne varsa küçük de olsa azınlığın “meselesi” olarak karşımızda duruyor.
Yeşil markalarla tüketmek!
Geç de olsa bir ucundan bir şekli ile yakaladığımız bu gündem ortaya “yeşil markaları” çıkardı. Yani, “gezegenin kirlendiğinin farkındayım ama en azından daha az kirlenmesi için bir şeyler yapmalıyımın” tercümesi olan yeşil markalar kavramı sorunun temelindeki “tüketim toplumundan” bizi uzaklaştırmıyor. Çünkü temel sorun “geçtiğimiz yüzyılın kanser hücresi olan tüketim alışkanlığımız”.
Hala deli gibi tüketiyoruz. Araba, çanta, ayakkabı, deterjan, şampuan, kalem, kırtasiye, bilgisayar ve elektronik aklınıza ne gelirse… Gelirimizin ne kadar olduğu hiç önemli değil; nasıl olsa geleceğe borçlanıyoruz, şimdi ödemek durumunda değiliz. Ama şimdi tüketebiliriz! Tükettikçe mutlu olacağımızı varsaydığımız bir felsefemiz var.
Kadınlar bir el çantası için ortalama 8200 lt su harcandığını öğrendiklerinde alışverişe farklı bakabiliyorlar mı, bilmiyorum.
Ama bildiğimiz gerçek şu; insanlığın neden olduğu doğal tahribat yine insana doğanın tahribatı olarak geri dönüyor. İklim değişikliğini görmezden gelmenin bedelini; sel baskınları, su ve gıda kıtlığı, salgın hastalıklar ve daha sayılabilecek onlarca fatura ile ödüyoruz. Ozon tabakasındaki delik her geçen gün biraz daha genişliyor ve sadece insanın değil gezegendeki tüm yaşamı tehdit ediyor.
2000’lerin başında doğan internet çocukları bugünlerde üniversitelere girmeye başladılar. Onlar bizim gibi tarladaki mahsulü zararlılardan korumak için uçaklarla DDT gibi kanserin bir numaralı tetikçisi zehirin püskürtülmesine tanık olmadılar. Veya, yine gazlı içeceklere “diyet-light” gibi şekil versin diye bir başka kanserojen yapay şeker aspertam gençliği olmadılar. Bizlerin usul usul ne olup bittiğini anlamaya çalıştığımız dünyamıza onlar “bodoslama” dalmak zorunda kaldılar. Ve gördüler ki bizim onlara bıraktığımız dünya aslında bırakmamız gereken “gelecek” değilmiş. Gezegenin kırmızı çizgilerini yeşile boyamak “boş” bir uğraşmış! O yüzden “gök kuşağı” renkleri onları din, dil, ırk, cinsiyet, coğrafya ayrımının ötesinde buluşturabiliyor. Gezegenin kırmızı çizgileri inşallah onların değerlerinde ve olması gereken renklerde karşılığını bulacak.
(*) Brandmap Temmuz 2017 sayısı için yazılmıştır.
Özlem Güsar
Temmuz 23, 2017Gençler bizden daha farkındalıklı olsa bile İnsanoğlundan hiç ümitli değilim; insanlar dinazorlar gibi yok olmazsa dünyanın sonu çok yakın… baksanıza insan ortadan kalkınca yaralarını nasıl sarıyor dünya, seyretmeyenlere çok tavsiye ederim…
https://m.youtube.com/watch?v=GyEUyqfrScU