Türkiye’nin popüler turizm beldesi Alaçatı’nın nereden gelip nereye gittiğini incelemek için tarihsel gelişimine göz atmak lazım. Konuyla ilgili sınırlı sayıda kaynak var ama sanırım ilk başvurulması gereken Prof. Dr. İsmail Gezgin’in Alacaat’tan Alaçatı’ya kitabı.
Diğer kaynaklarla birlikte değerlendirildiğinde Alaçatı’yı üç ana dönemde değerlendirmek mümkün. Antik dönem ve Osmanlılarla birlikte ilk belediyenin kurulduğu 1873’e kadarki dönem; Rumların Alaçatı’ya yerleştikleri ve mübadele ile geri gittikleri 1924’e kadarki dönem ve o tarihten günümüze özellikle Balkanlardan ve Adalardan gelen muhacirlerin yerleşime tanık olduğumuz dönem…
Günümüzdeki popülaritesini borçlu olduğu kentsel karakterini Rumların yerleşim döneminde oluştuğunu gördüğümüz Alaçatı; kentsel planlaması, ev mimarisi, alt yapısı, bölge ile sosyal etkileşimi ve daha önemlisi ekonomisi ile bölgedeki ilk belediyelerden birinin 1873’de kuruluşunu hak ediyor. Günümüzde dünyadaki ilk sıralarda yer alan sörf eğitimlerinin ve yarışlarının yapıldığı bölgedeki Alaçatı limanı Akdeniz deniz ticaretinde Sakız bağlantılı transfer limanı olma özelliği ile yöresel kalkınmanın merkezi olarak tanımlanıyor. O dönemde başta üzüm, şarap, zeytinyağı, sakız ve lavanta olmak üzere tarım ürünleri, el sanatları ve bunları destekleyen diğer ekonomik faaliyetler ile mübadele yıllarına kadar etkililiğini koruyor.
Ancak mübadele sonrası Alaçatı’ya “kıran” giriyor! Ekonomik olarak yaratılan değer yerini “zayıf ekonomi” olarak tanımlanabilecek bir anlayışa bırakıyor. Üzüm, zeytin, sakız, şarap, zeytinyağı gidiyor, yerine kavun, tütün geliyor. Lavanta unutuluyor! 1960’larda Dr. Halis Temel’in öncülüğünde Ilıca’da kurulan Şantiye Kooperatif Evleri ile çağdaş bir yerleşim planlaması da olmasa 1920’lerde teslim alınan Alaçatı’ya çivi bile çakılmadığı söylense abartılı olmaz.
1990’lar’da bir hareketliliğin başladığına tanık oluyoruz. Türkiye’nin ilk teknoparkının temelinin atılmasına kadar varan süreç o dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümü ile kadük oluyor. Ancak alt yapının islah edildiği, İzmir-Çeşme otoyolunun yapımının devam ettiği, sokakların asfalttan arnavut kaldırımlarına dönüştüğü, ilk çocuk festivalinin gerçekleştiği yıllar gözleri yavaş yavaş Alaçatı’nın üzerine çevrilmesin neden oluyor.
2000’lerde yaşanan iki önemli gelişme Alaçatı’nın makus talihine yön veriyor.
İzmir-Çeşme otoyolunun tamamlandığı bu yıllar Alaçatı’nın gelişimi için mazeretin kalmadığı dönem olarak bilinir. Bunlardan ilki Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından Alaçatı köy içinin sit ilan edilmesi, diğer ise Güney Fransa kasabalarına benzer Alaçatı port projesinin temelinin atılması. Bu proje uzun süre yasallığı tartışılan bir konu olarak yıllara yayıldı. Ancak bu yıllar, turizm-yaşam kalitesi ve ekonomi vizyonu üçleminin kesişme noktası olan bazı işletmelerin de hayata geçtiği yıllar olarak bilinmekte. Açıkçası Alaçatı’nın bugün elinde “değer” olarak tuttuğu ve popülaritesini borçlu olduğu bu yükseliş yıllarında bu markaların payı çok büyüktür.
Bunların başında Leyla Figen’in Agrilia adı ile açtığı ilk kafe diğerlerine cesaret verdi. Leyla Figen’in kimsenin yüzüne bakmadığı bir yem deposunu içinde saatlerce zaman geçirilebilecek bir kafeye dönüştürmesi fitili ateşledi. Alaçatılı kadınların evlerinde ürettikleri el işleri ve el emeklerinin pazarda satılmasına öncülük etmesi Alaçatılıların hemen yanı başında duran ama görülmeyen değerlerin teker teker ortaya çıkmaya başlamasının işareti idi.
Taş Otel ve İmren Tatlıcı ve Pastanesi yine o yıllardan günümüze gelen diğer girişimler olarak yerini aldı. Tuval restoran, Orta Kahve- Sailors, Rasim Usta, Club Baba, Art Shop, Gemici, Çiprika pansiyon, Dutlu Kahve, Saatli Bakkal, Artura Sanatevi, Alaçatı Kitabevi ve tabii ki Köşe Kahve… Bunlara ilerleyen yıllarda bu vizyona katkı sağlayan ve işletme kültürünü Alaçatı markası ile ilişkilendiren 15 Eylül Kıraathanesi, Kesre Otel, Asma Yaprağı, Kırmızı Ardıç Kuşu, Roka Bahçe, Avrasya lokantasını da eklemek gerek.
Şimdi Alaçatı için durum şöyle; 1920’lere kadar bugün sahip çıkılmaya çalışılan kimlik ve karakter neredeyse yüz yıla yakın uzun bir sessizlik yaşamış, 2000’lerden sonra ise Alaçatı’nın yerlilerinden değil de Alaçatı’ya sonradan gelenler tarafından yaratıldığı çok net görülen turizm değeri uzun sessizlik dönemi sahiplerine çok önemli bir rant kapısı açtı. Öyle bir rant ki para “değer” olarak herşeyin önüne geçti! Günümüzün yüksek işletme kiraları ve emlak bedellerinin sezonun kısalığı karşısında hiç bir hesaba sığmayan matematiği bir anda Alaçatı’nın gelecek vaat eden turizm değerini yuttu ve “eller havaya” kültürüne teslim oldu. Bu öyle bir teslimiyet oldu ki, Alaçatı markasına inanmışların azınlıkta kalmaları ve ziyaretçi profilindeki değişim onları başka yerleşim yerlerine gitmeyi düşündürür oldu. Alaçatı markasının temeli ve harcı olan işletmeler ya dükkanlarını kapatmaya başladılar ya da “iyi bir alıcıya” anahtarları teslim ettiler veya dükkanı kapatıp başka diyarlara göçtüler. 2010’larda “ben geliyorum” diyen kültürel değişim nargile kokuları eşliğinde pusulasız gemi olarak yoluna devam ediyor.
Oysa Alaçatı 2020’lere gelirken;
Sanat, kültür, edebiyat, klasik müzik, antika, gurme restoranların galerilerle kolkola dolaştığı sokaklar…
Yerel el sanatlarının kent ekonomisine katkı sağladığı,
Sokakların ve evlerin tılsımlı görselliği ile bir film platosundan fışkıran sahnelerle dolu olduğu,
Yılın 12 ayında canlılığın eksilmediği bir belde olacakken…
Sabahlara kadar devam eden yüksek sesli müzik nedeniyle geceyarısı otel değiştirmek zorunda kalınan,
Yasemin kokulu sokakların nargile kokusu ile yer değiştirdiği,
Alt yapı yetersizliği nedeniyle kanalizasyon kokusunun kent parfümü olarak tanımlandığı,
Yazın ortasında sularının akmadığı, sokak lambalarının yanmadığı, başı boş köpeklerin yabancılar için tehdit oluşturduğu…
Meyhanelerinde darbuka ve zurnalar eşliğinde İzmir Marşının söylendiği…
Kıyı işgalleri yüzünden para ödemeden denize girilecek plajların kalmadığı…
Yüksek sezonda trafik sorununun İstanbul’a taş çıkarttığı…
İşletmelerdeki hizmet ve fiyatların evlere şenlik olduğu bir belde kimliğini üzerine yapıştırdı!
Alaçatı her gün kendisini “değer” yapan unsurlarından kutuplarda eriyen buzullar gibi kopan parçalara dönüşüyor. Ve bu değerler bir daha gelmemek üzere küskün arkalarına bakmadan gidiyorlar. Yerlerini dolduranlar ise Alaçatı’ya bir şey vermeye gelenler değil, kopan parçalardan nemalanmak isteyenler!
Yesim ozistek
Ağustos 9, 2017Sonuna kadar siZe katılıyorum.. üzülerek bu gidişata sadece izleyici kalıyorum… bir projeniz, önleminiz, buna dur demenin bir yolu varsa destek olmak isterim.. elinize kaleminize sağlık!!..
zafer inan - Antmare Otel
Ağustos 10, 2017elinize daha doğrusu kaleminize sağlık
herşeyi en güzel cümlelerle özetlemişsiniz
ama son paragraf daha bir güzel….
şefiyle kalın
Mete Lift
Ekim 22, 2017Üstadım, öncelikle Alaçatı’nın kanayan bir yarasına parmak bastığınız için çok teşekkür ederim. Her kelimenize, her fikrinize katılıyorum. Ben de sürekli Alaçatı’daki gelişmeleri gözlemleyen biri olarak bu tarz durumlar inanın canımı acıtıyor. Sizin gibi duyarlı kalemler bu konuları yazdıkça, ben, düzeleceğine inanıyorum.