Bu yazı TEİD Etik ve İtibar Derneği‘nin üç ayda bir yayımlanan IN dergisinin ilkbahar 2020 sayısında yer aldı. Yazının yayımlanmış halini buradan Pages from INmagazine+Sayı+17 01 okuyabilirsiniz.
Önce, geçtiğimiz aylarda, gazetelerin ve sanal medyadaki akışın içinde sıkışıp kalan bir haberi okuyalım:
“Aktivistler, petrol devi British Petroleum’un, Tate Modern ve British Museum gibi kültür kurumlarını destekler görünüp, kendi imajını ‘sanatla temizlemesine’ karşı çıkıyorlar. Bu kurumların BP ile yeniden anlaşmalarının önüne geçmek için düzenlenen eylemlerden bir yenisi 13 Eylül’de British Museum’da gerçekleştirildi. 15 farklı gruptan protestocular pazar günü müzenin orta avlusunda buluşup, mevcut sponsorluk anlaşmasının yenilenmemesini talep ettiler. Siyahlar giyen protestocular, bedenleriyle ‘NO’ sözcüğünü yazacak biçimde dizilip, ellerindeki şemsiyeleri açtılar.”
Dünyada bazı müzeler vardır ki, her biri paha biçilmez markadır! Her yıl milyonlarca ziyaretçisi ile yudum yudum tarihin derinliklerine yolculuk yaparlar. Salonlarındaki eserleri ve bu eserlerin sanatçılarını tarihin hiçbir zaman unutmayacağı bir sanata dönüştürürler. Bir şarap sofrasında hiçbir zaman bir araya gelmeyecek, kim bilir, karşılaşsalar birbirlerini bir kaşık suda boğacak sanatçıları o müzenin sanat kokulu koridorlarında yan yana dostluk çemberi içinde halvet olmuş görürsünüz.
Louvre, National Museum of Natural History, National Museum of China, National Air and Space, The Metropolitan Museum of Art MOMA, TATE, Vatikan, British Museum, State Hermitage, Victoria and Albert, Musee d’Orsay; Topkapı ve Mevlana tabii… Her birinin ziyaretçi sayısı milyonun üzerinde. Louvre’un ziyaretçi sayısı hiçbir zaman on milyonun altına düşmüyor.
Müzeler bir buluşma noktası. Sadece oralarda sergilenen eserleri yapmış olan sanatçıların değil bu eserleri deneyimleyen ziyaretçilerin de duygularının dışa vurum merkezleri. Belki taştan yapılmış bir binanın çatısı altında geçirilecek olan saatlerin dışarıdan bakıldığında önemi yokmuş gibi gelebilir ama Floransa’da Uffizi’ye giriş bileti alabilmek için birkaç ay öncesinden girişimlerde bulunmak bu deneyimin başladığı noktadır. Prado’daki yeni koleksiyona tanık olabilmek için Madrid’e uçak bileti almak İspanya’ya gitmekten sayılmaz.
Sonuçta müzeler bir yaşam merkezidir. Tarihe tanıklık etmenin ötesinde tarihi gelecek yüzyıllara taşımaları gibi bir misyonları vardır.
Müzelerin toplumlar nezdinde gördüğü yüksek ilgi doğal olarak iş dünyasında “itibar iştahı kabaran” ya da “itibar açlığını bastırmak” isteyen kimi kurumları ve kişileri “itibar avına” sürükler. Şirketler tarafında bu avcılık, yüksek çekim merkezi olan bazı müzelere hatırı sayılır maddi destek vererek görünürlüklerine bir “sanat payı” elde etmek şeklindedir.
British Museum’daki protesto eylemi buna bir örnektir. Aktivistler, tüm gerçekliği ile burun buruna olduğumuz iklim değişikliği ve küresel ısınmanın baş sorumlularından biri olarak gördüğü BP’yi British Museum’un itibarından “pay çalmak” amaçlı girişimine karşı çıkıyorlar.
Protestoya katılan bir aktivistin şu sözleri önemli:
Şirketler “Toplumsal Kabul” Satın Alıyorlar!
“BP’nin verdiği paranın bir bağış ya da hayır işi olmadığının farkında olmak çok önemli. Bu onların pazarlama stratejilerinin ve bütçelerinin bir parçası; karşılığında faaliyetlerini sürdürmek için ‘toplumsal kabul’ satın alıyorlar”.
1988 yılında ABD Kongresindeki bir görüşmede yaptığı açıklamalar ile iklim değişikliği ve küresel ısınmanın yarattığı ve yaratacağı tehditleri bilimsel açıklamalarla dile getiren NASA’nın eski bilim adamlarından Jeff Hansen, Londra’daki Bilim Müzesinin sponsorları arasında bu felaketlerin baş sorumlusu olarak gördüğü enerji şirketlerinin bulunmasına tepkili. Jensen 2010 yılında Beyaz Saray önünde aktivistlerle iklim değişikliği protestosu nedeniyle tutuklananlar arasında da bulunuyordu.
Londra’daki bilim müzesi sıradan bir yer değil. Milyonlarca ziyaretçisi ile deneyimsel müzeciliğin öncülerinden. BP, Shell ve Equinor da sponsorları arasında. Belgesel film yapımcısı Nick Packham da Jeff hansen gibi bu işbirliğini protesto eden önemli kanaat liderleri arasında. Sponsorluk anlaşmalarının Bilim Müzesinin bir “etik” sorunu olduğuna dikkati çekiyorlar ve bu işbirliğinin “derhal” sonlandırılmasını talep ediyorlar.
Ortada ironik bir durum var; küresel ısınma ve iklim değişikliğinin giderek ensemizde hissettiğimiz sorunlarından aslında müzeler de etkileniyor. Paha biçilmez ve yerine konulamaz eserlerin sergilendiği mekanlar; kontrol dışı yangınlar, doğal afetlerin sonuçları, su ve salgın hastalık sorunları ve daha sayabileceğimiz bir çok olumsuzluktan etkilenen kurumlar arasında. Ve bu kurumlar maddi destek anlamında bu olumsuzlukların baş aktörleri arasındaki şirketlerle sponsorluk anlaşmaları yapabiliyorlar!
Örneğin 1965’den bu yana tek başına %3 oranında karbon salınımı yapan ExxonMobil yer yüzündeki en cömert “hayırseverlerden” biri. Geçtiğimiz yıl sadece ABD’de 2 milyon dolardan fazla sanat sponsorluğu yaptığına tanık olmaktayız.
Şirketlerin itibarlarına katkısı olsun diye müzelerin banka hesaplarına aktardıkları paraların onlara ”itibar kaybettirdiğini” söyleyebilir miyiz?
Toplumsal duyarlılıkların protestolara dönüştüğü ve bunların müze yönetimlerini hedef aldığı gelişmelere bakarsak ortada bir sorun var diyebiliriz. Örneğin Londra’daki TATE müzesi bu tepkiler yüzünden 2017 yılında BP ile 26 yıllık işbirliğini sonlandırdığını açıkladı. 2018’de Van Gogh Müzesi Shell ile sponsorluk anlaşmasını sonlandırdığını duyurdu. Kasım 2019 da Scottish National Portrait Gallery BP tarafından desteklenen bir sergiye programlarında yer vermeyeceklerini açıkladı.
“Art wash”
Küresel ısınmanın sorumlusu olarak gösterilen şirketlerin başta müzeler olmak üzere sanatın her alanında kendilerini “o dünyanın bir parçasıymışçasına destekler” görünüyor olmalarına “art wash” adını vermiş aktivistler.
Şirketlerin izledikleri bu PR stratejsinin hiçbir “samimiyeti” olmadığını vurguluyorlar.
Aslında küresel ısınma, iklim değişikliği gibi sınırlar ötesi konuların hayli kapsamlı yer aldığı haber trafiği içinde bu sorunlara neden olan şirketlerin ister istemez adı da gündeme geliyor. Durum böyle olunca, kurumsal markalarını “sanat üzerinden” topluma götürmek ve “takdir kazanma” peşinde olan şirketler itibar pazarından alacaklı değil borçlu dönüyorlar! Çünkü, sponsorluk girişimleri sosyal duyarlılıkları yüksek kesimlerin tepkilerini tetikliyor ve medyada sanata yaptıkları desteklerinin yansıması ile çıkacaklarına, toplumun tepkilerini yansıtan haberlerle çıkıyorlar. Yani PR stratejisi işe yaramıyor!
Peki müzeler sponsor almasınlar mı? Çok yüksek bütçeli ve kendi alanlarındaki rekabetin boyutlarının çok yüksek olduğu dünyada sadece ziyaretçi gelirleri ile yaşamlarını idame ettirebilirler mi?
Şüphesiz müzelerin sponsorları olmalı. Ama sponsor var, sponsor var!
Burada söz dönüp dolaşıp toplumsal duyarlılıklara ve değerlere geliyor. Toplumun -etik ve adil yönetim, insan hakları, şeffaflık, sorumluluk, hesap verebilirlik- hassasiyetleri konusunda “yamuk” yapan, yapmış olan şirketlerin logolarını o paha biçilmez markanın yanına iliştirmekle aslında o müzelerde bir “itibar sıkıntısına” yol açıyor. Bu nedenle itibar için sanatın arkasına saklananlar ile sanatı gerçekten destekleyenleri birbirinden ayırmak gerekiyor.
“Parayı veren sponsorlarla selam sabahı kestiler”
2008 küresel finansal krizi ile birlikte benzer başka haberlere tanık olduk. Örneğin, Forbes dergisine göre 14 milyar dolardan fazla varlığı olan Amerikan Sackler ailesi yüzbinlerce kişinin ölümüne neden olduğu iddia edilen ve bir tür uyuşturucu olan Purdue/OxiCondin isimli ilaca karşı açılan davalar sonucunda “şimdilik” 12 milyar dolar tazminata mahkûm edildi ve iflasını istedi. Oysaki bu ailenin bireylerinin soyadlarını vererek yatırım yaptıkları, destekledikleri çok sayıda üniversite, müze, sanat galerisi var. Örneğin dünya müzecilik liginin en baştaki oyuncuları sayılabilecek MOMA, TATE ve Guggenheim bunlar arasında. İflas süreci ile birlikte müze yönetimleri birer birer bu aile ile ilişkilerini nasıl keseceklerini planlıyorlar ya da kestiklerini kamuoyuna açıklıyorlar.
Yaptığı finansal sahtekârlıklar nedeniyle 110 yıl hapis cezasına çarptırılan finans şirketi sahibi Allen Stanford’un da adı sürekli sanat ve müzelerle birlikte anılıyordu. 20 binden fazla yatırımcıyı 7 milyar dolardan fazla dolandıran Stanford adına müzeler açmış, sanat ödülleri icat etmişti. Kısaca, tarih, sanat, müzeler üzerinden itibar elde etmişti. Sanatı ve müzelerini para aklamanın kolay alanlarından biri olarak keşfetmişti.
Belki Stanford’un öyküsü, Ponzi (saadet zinciri) işlerinin bir diğer sihirbazı Bernie Madoff’un ki yanında sönük kalabilir. 2008 krizinden sonra foyası açığa çıkan ve 158 yıl hapisle cezalandırılan Madoff binlerce yatırımcının 50 milyar dolarını yok etmişti. Ama daha önemlisi “hayırsever” görünümü altında onlarca müze, sanat galerisi, eğitim kurumu, sağlık kuruluşu gibi yerlere yaptığı yatırımlar da yok oldu gitti ve Madoff’la birlikte faaliyetlerine son verdiler. Eğer Madoff’un maddi katkısını kasalarında tutabilmeyi becerebilseler belki yollarına devam edebilirlerdi ancak Bernie onları ikna etmişti; verdiği parayı yine kendisi işletecekti! Madoff gerçekten “itibar” satın almıştı. Hem bu çevrelerde örnek “hayırsever” olarak yeni bir kimlik edinmişti hem de saadet zincirine bu vesile ile yeni halkalar takmakla meşguldü! (Bu arada ABD’de bu tür yatırımların vergiden muaf olduğunu hatırlatalım)
“İş dünyası müze yönetimlerinden hangi dersleri çıkarabilir?
Üzerini karalamakta olduğumuz beyaz kâğıdın arkasını çevirelim. Acaba müzelerin itibarından iş dünyasının alabileceği dersler var mı? Elde edecekleri çıkarımları kendi işlerine uyarlasalar topluma katkı payı yüksek bir şeyler ortaya çıkar mı?
İtibar Enstitüsü (The Reputation Institute) kurucularından ve Erasmus Üniversitesi Rotterdam İşletme Okulu Öğretim Üyelerinden Cees van Riel bunun olabileceğini düşünenlerden. Yaptıkları bilimsel bir çalışmada; Louvre, Van Gogh ve Rijksmuseum’un en itibarlı müzelerde ilk üç sırayı aldıklarını belirtiyor. 4 kıtada, 10 ülkede 18 müzeyi kapsayan araştırmalarında 12 bin kişi ile görüşmenin sonucunda müzelerin itibarını sorguladıklarını belirtiyor Cees van Riel.
Araştırmanın raporunda şirketlerin de faaliyetleri ile topluma bir katkı verdiklerini ve itibarlarını ve sosyal katkılarını artırmak için müzelerden öğrenecekleri bir şeyler olduğu vurgulanıyor.
Cees van Riel şunları vurguluyor: “Müzelerin DNA’sında bir sosyal misyon var. Bu nedenle müzelerdeki finansal kaynaklar olabildiğince akıllıca kullanılıyor ve yönetiliyor. Bu yüzden de toplum nezdinde yüksek itibara sahip oluyorlar.”
Cees van Riel’in araştırmasında, “en yüksek itibarı olan şirketlerden daha yüksek itibar skorları olan müzelerin bu anlamda toplum tarafından ödüllendiriliyor. Bu nedenle itibarlarını artırmak isteyen şirketlerin yüksek itibarı olan müzelerin nasıl yönetildiklerini öğrenmelerinde yarar vardır.” Diyor.
Andy Warhol bir zamanlar “ Para kazanmak bir sanat. Ama sanattan para kazanmak da sanat mı?” diye sormuştu. Müzelerle sponsorluk anlaşmaları suya düşen şirketlerin durumuna baktığımızda onlar bu yatırımlarını “iş” olarak görüyorlar. Hani belki de kendi dünyalarında hammadde tedarikinden hallice bir yeri olabilir sanata yaptıkları yatırımın. Durum böyle olunca “işi ustaca sanata dönüştürdüklerini” kısa günün kârı olarak değerlendirebilirler ama bir müze kapısının önüne logolarının konulması durumunda ne yapacaklarını bilemiyorum!
Haluk Mesci
Nisan 4, 2020Adı geçen türden şirketlere bu tür sponsorlukları öneren de yine bazı PR şirketleri ve uzmanları değil mi? İyi ve kötü burada da var ne yazık ki.
Salim Kadıbeşegil
Nisan 4, 2020Hocam içinde bocaladığımız, gezegeni ve gök yüzünü tükettiğimiz tüketim toplumuna dönüşmemizde rolü olan PR’cılar markacılar, pazarlamacı kotlerci, troutcu, portercı guru abilerimiz ve bunların “bel altı vurucusu” off shore’cu büyük sermayenin “kına” yaktığı günlerdeyiz. Yani hiç birimizin yatacak yeri yok!