Dünya Gazetesi; Doğan Selçuk Öztürk ile yapılan söyleşinin yayımlanmış şeklini bu bağlantıdan okuyabilirsiniz
Dünya Gazetsi 21 Kasım 2020 söyleşisi 10
Kariyerinizin en önemli anlarından birini/birkaçını bizimle paylaşabilir misiniz?
Kariyerimin bütününe baktığımda sonu “2” ile biten yıllarda değişimler yaşamışım. 1972 yılında hiç hesapta yokken Ege Üniversitesi gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek okuluna girmişim. 1982 yılında Ege Bölgesi Sanayi Odası’nda Halkla İlişkiler ve Tanıtım Müdür olarak halkla ilişkiler kariyerime başlamışım ve kendime “on yıl içinde bu meslekte adından söz edilen iddialı bir isim olacağım” hedefini koymuşum. 1992 yılında İzmir’de minik bir halkla ilişkiler şirketi iken kendimize “anayasa” hazırlayıp, “nasıl bir halkla ilişkiler şirketi olmak istiyoruz?” sorunusun cevaplarını aramışız. Bu sorunun cevapları içinde merkezimizi İstanbul’a taşımamız gerektiği, çalışanlarımızı şirkete ortak etmeyi, sektörde ilk 3’e girmeyi hedefler arasına koymuşuz. 2002 yılında halkla ilişkilerden çekilip “itibar yönetimi” yolculuğuna başlamış ve “on yıl içinde bu konuda iş dünyasına yön veren danışmanlık hizmetleri üretme” iddiasını taşımışım.
Bu genel kilometre taşlarının altında tabii ki 1979 yılı başında Turizm ve Tanıtma Bakanlığı’nda Basın Müşaviri olarak görev yaparken Amerika Birleşik Devletler’ine 24 yaşında kırmızı pasaportlu bir diplomat olarak tayin edilmem yatıyor. Orada bulunduğum 2,5 yıllı süre içinde mesleğin en yaygın uygulama alanını yakından tanımış olmam, sınırlı sürem nedeniyle tamamlayamayacağımı bildiğim halde The American University’de Halkla İlişkiler Yüksek Lisans programına devam etmem kariyerime önemli katkılar yaptı.
Kariyerinizin başlarında hayat boyunca size ışık tutacak bir gelişme yaşadınız mı?
Kariyerimin başı da dahil olmak üzere 45 yıllık çalışma hayatım boyunca kariyerimin gidişatını farkında olmadan beni etkilemiş beş kişi var. Bunlardan biri eski Turizm Bakanı Alev Coşkun; doğru insana yatırım yapmak konusunda risk alınabileceğini öğretti bana. İlerleyen yıllarda şirkette çok genç ve deneyimsiz arkadaşlarımı çok önemli müşterilerimin karşısında tek başlarına sunum yapmalarını desteklememin arkasında bu öğreti vardır.
Turyağ’da Halkla İlişkiler Müdürü olarak çalışmama rağmen gerçek anlamda halkla ilişkiler felsefesini üniversitelerde okutulmayan şekli ile Turyağ genel müdürü Şevki Figen’den öğrendim. Şirketin tüm çalışanlarının aslında birer itibar elçisi olduğu gerçeğini benim görevimin de onlara bu duyguyu aşılamak olduğunu öğretti bana. Kurumsal sorumluluk konusunda da yine o yıllarda Şevki Figen’in vizyonuyla yetiştik bizler. İlk aylarımda görevi devraldığım Vasfi Hakman’ın Zeytincilik ile ilgili projenin içinde buldum kendimi. Şimdiki adı Henkel olan Turyağ aslında margarin ve deterjan üretimi yapan bir şirketti. Zeytin ve zeytin yağı ile bir ilgisi ve ilişkisi yoktu. Ancak Ege kıyı bandında asırlık zeytinlikler birer birer yazlık kooperatif müteahhitlerinin buldozeleri ile yok ediliyordu. Şevki Figen’in desteği ve Vasfi Hakman’ın başarılı yönetimiyle Ankara’da TOBB’nn salonlarında üç gün boyunca iş dünyasının önemli isimleri ve akademik dünyanın temsilcileri bu konuya dikkat çeken konuşmalar ve sunumlar yaptılar. Türk zeytinciliğinin kaderinin değişmesinin temel harcını koydular.
Birlikte çalıştığımız dönemde “insan odaklı iş yönetmek” anlayışı konusunda çok şey öğrendiğim Yapı Merkezi Başkanı Dr. Ersin Arıoğlu’ndan “etik ne demek” kavramını öğrendim.
Buğday hareketi kurucusu ve Buğday Ekolojik Dönüşüm Derneği Başkanı rahmetli Victor Ananias’dan “Dünya vatandaşlığını” öğrendim. Bugün ekolojik pazarları, çiftlikleri, tohum takas şenliklerin, TATUTA gençlik projelerini borçlu olduğumuz Victor Ananias belki İstanbul’da yaşıyordu ama her sabah gözlerini dünyanın farklı bir köşesinde insanoğlunun gezegenin döngüsüne olumsuzluklarını yansıttığı yerleşim birimlerinden birinde açıyordu. Bireysel basit, küçük fakat anlamlı davranış değişikliklerinin küresel çaptaki çarpan etkisiyle bu olumsuzluklarının minimize edilebileceğini düşünüyordu ve buna uygun yaşıyordu! Merkezi İsviçre’de olan ve üyesi olduğu FIBL Uluslararası Organik Tarım Araştırması Enstitüsü le birlikte Kastamonu’da bir Organik Tarım araştırma Enstitüsü kurma hazırlıkları yaptığımız dönemde talihsiz bir soba zehirlenmesi kazasıyla kendisini kaybettik.
Uluslararası sürdürülebilirlik raporları standartlarını belirleyen Global Reporting Initiative Onursal Başkanı Prof. Mervyn H. King’den gerçek “sürdürülebilirlik” konusunu öğrendim. Tabii ki bu değerli kişilerle sınırlı değil belki onlarcası daha var. Öğrencilerim var, meslektaşlarım var… Kariyerimize ışık tutacak insanlarla çevrili etrafımız. Yeter ki bakmamızı bilelim.
Uykularınızı kaçıran mesleki bir sorun yaşadınız mı? Bunun üstesinden nasıl geldiniz?
Avrasya coğrafyasında danışmanlık yaptığımız ve o günün şartlarında iyi de para kazandığımız dönemde iş ortaklıkları arasında gündeme gelen bir etik sorunun uykularımı kaçırdığımı söyleyebilirim. Çok iyi gelir sağladığımız bu ortaklık yapısından ayrılarak kendi çözümümü ürettim.
İş hayatınızdaki en önemli meydan okumanız neydi?
Halkla İlişkiler Danışmanlık mesleğinin uluslararası standartlarının ülkemize getirilmesi ile ilgili ve bunların sektöre mal edilmesi ile ilgili rakiplerimin desteğine ve işbirliğine ihtiyacım vardı. 1998 yılında bunu başardık ve Türkiye ICCO Uluslararası Danışmanlık Şirketleri Birliği’nin 12. Üyesi olarak topluluğa katıldı.
1999 yılında rakibim olan danışmanlık şirketlerinin patronlarını ICCO (Uluslararası Danışmanlık Şirketleri Birliği ‘nin İsviçre’nin Lucern kentinde yapılan ilk dünya kongresine katılmaya ikna ettim. Bu kongre hem katılımcı düzeyi hem de içerik olarak dünya iletişim danışmanlık hizmetlerinin kapsam ve vizyon olarak yeni baştan şekillendiği bir organizasyon idi. Bana inandılar, güvendiler ve Lucern’e geldiler. Ali Saydam, Necla Zarakol, Meral Saçkan, Aytül Özkan, Arın Saydam bu kongreye katılanlar arasındaydı. Nitekim ilerleyen yıllarda bu kongrenin öngörüleri doğrultusunda çalışmalarını ve şirketlerini yönettiler.
Zihninizde yer edinmiş bir tasarım/inovasyon/iş-proje-ürün geliştirme süreciniz var mı?
Şu anda ülkemizde en yaygın kullanılmış ve “benchmark” olmuş RepMan Kurumsal İtibar Araştırma Modeli, stratejik ortağım Nuran Aksu’nun da katkılarıyla 100’den fazla şirkette gerçekleştirildi. Bu çalışma baştan sona bir inovasyon deneyimi olarak kariyerimde yer etti. Bunun öncesine 1999-2002 yılları arasında meslektaşlarım Selim Oktar, Ali Saydam ile oluşturduğumuz konsorsiyum ile ülkemizin ilk uluslararası ölçekte kabul görmüş Koçsim, Koç Topluluğu Stratejik İletişim Modelini geliştirmiş ve Koç Topluluğu üst düzey yöneticilerinin destekleriyle hayata geçirmiş olmamız kariyerimin dönüm noktalarından biri olarak kayıtlarıma geçti.
Ders aldığınız bir çatışma/ikna/müzakere/başarısızlık/başarı/kriz-değişim yönetimi örneğinizi anekdot olarak anlatabilir misiniz?
Halkla ilişkiler danışmanlıklarını yaptığımız 1990’lı yılların sonunda duygusal yaklaşımımız neticesinde herkesin peşinde koştuğu iki önemli müşteriyi kaybettik; HP ve Ford! “Empati” kavramını benimsemiş ve hizmet sürecindeki sorunlara empati ile yaklaşabilmiş olsa idik sorunlarımızı gurur vesilesi yapmak çözüme kavuşturabilirdik!
HP ile çalışırken ortaya koyduğumuz vizyon o dönem HP’nin dünya başkanı Carly Fiorina’yı da kapsıyordu. Türkiye’de öyle hizmetler vermeliydik ki bunlar Carly Fiorina’nın dikkatini çekmeli ve bizi uluslararası işlerin içine dahil etmeliydi. Bir yanda böyle büyük düşünürken öteki tarafta şirketimde HP’yi yöneten müşteri temsilcilerinin müşteri tarafındaki işlerdeki aksaklıklarla ilgili “kim haklı, kim haksız” yazışmalarının içinde bulduk kendimizi ve sonuçta yollarımızı ayırdık. Bu olaydan şöyle bir ders çıkartmıştık hala tavsiyelerim arasındadır; olumsuzluklar, yanlışlar, hatalar gibi şeyler yazıya dökülmemeli. Ya yüz yüze gelerek ya da telefonla halledilmeli veya aktarılmalı. Olumluluklar, başarılar da ise tam tersi. Mutlaka yazıya dökülmeli.
Ford’da ise sözleşme içeriğinde olmasını istediğimiz bir değişikliğe müşteri tarafının henüz hazır olmaması, zaman istemesine karşı inatçı, katı ve antiprofesyonel bir yaklaşım göstermemiz yüzünden ayrıldık.
Büyük bir başarı elde ettiğiniz veya hüsranla sonuçlanan bir üretim/kampanya/satış süreciniz oldu mu?
Opel Türkiye ile çalıştığımız 1990’lı yılların başında henüz otomotiv bayilerinin teşhir alanları bugünkü gibi gelişmemişti ve dolayısıyla sınırlı sayıda araba galerilere konabiliyordu. Birer konvoy ile iki koldan Türkiye’yi dolaşacak ve aynı anda var olan tüm Opel modellerini teşhir edebileceğimiz bir proje geliştirdik. Konvoy’da iki tır ve bir Opel Station araç yer alıyordu. Tırlardan birinde Opel araçlar taşınıyordu. İkinci Tır ise kasasını özel olarak yaptırdığımız ve kanatlarından açıldığı zaman “showroom” a dönüşen içinde; ses düzeni, kürsüsü, oturma düzeni ikram standlarının olduğu özel yapım bir çalışmaydı. Station araçta ise proje görevlileri vardı. Konvoy gittiği şehirlerin girişlerinde şehrin ileri gelenleri tarafından karşılanıyor, bando ve folklor gösterileri eşliğinde uygun caddelerden geçiyor ve geniş bir alana park ediliyordu. 42 gün iki koldan Türkiye’yi dolaşan projenin finali İstanbul’da büyük bir davet ile sona erdi.
Bir başka çalışmayı Marsa Profesyoneller Yağlar bölümü için gerçekleştirdik aynı yıllarda. Otel, hastane, restoran sektörlerinde büyük rekabetin yaşandığı mutfak yağlarında Marsa büyük bir hazırlık yapmış ve lansman için bizi ajans olarak belirlemişti. Biri İstanbul diğeri Antalya olmak üzere birbirinin kopyası iki toplantı planladık. Bu toplantılar şekil ve akış olarak şöyle planlandı; İstanbul’da Polat Renaissance, Antalya’da Falez otellerin balo salonları kullanıldı. Salonun ara duvarı toplantı başlangıcında kapalı hale getirildi. Konuşmalar ve sunumlar bu salonda yapıldı. İki saatlik süreden sonra içeri toplantı için özel oluşturulmuş Ritm 69 orkestrası tek sıra Quiet Köprüsü marşı ile girerken ara duvarlar ağır ağır açıldığında konuklar kendilerini bir anda bu toplantı için özel dekore edilmiş bir şehir meydanının içinde buldular. Bakkalar, cafe’ler, restoranlar, ortada döner kavşaktaki heykeli, cadde isimlikler, dükkan numaraları ile donatılmış bu kente iki gün boyunca uzmanların katılımıyla söyleşiler, gösteriler ve müzik dinletileri yapıldı. Bendeki anısı şu; epey bir zaman önce televizyonda rastgele bir ABD filmi izlerken restorana aniden bir orkestranın Quiet Köprüsü müziği ile tek sıra girdiklerini kafama yazmıştım. Bu projede aynen o filmde tanık olduğum sahneyi canlandırdık.
Yabancı uyruklularla ortak/tedarikçi/müşteri ilişkilerinizde iş kültürlerinden dolayı yaşadığınız enteresan bir anınız var mı?
1997 yılında Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de katıldığım IPRA (Uluslararası Halkla İlişkiler Derneği) kongresinde tanıştığım Finli Meslektaşım Jouni Heinonen’le dostluğumuz hala devam ediyor. Ancak, enteresan olan, Jouni’nin ortaklarıyla birlikte Helsinki’deki kongreden sonra İstanbul’a gelip bizim şirketimizle “benchmark” çalışmaları yapması idi. O dönemde toplam kalite yönetimini benimsemiş ve şirket süreçlerinde bu felsefe ile iyileştirmeler yapıyorduk. Bu çalışmalar çok ilgilerini çekmişti. Bu ziyaretten karşılıklı olarak çok yararlandık. Kendisinin de ortakları arasında olduğu Pohjoisranta Danışmanlık şirketi yıllar içinde Finlandiya’nın ilk sıralarında yer aldı. Bu ziyaretin bu başarılarında dönüm noktası olduğunu hep söyler.
Çalışanlarınızla (ast-üst) yaşanmış, aklınızda yer edinmiş anılarınız var mı?
ORSA’nın İlk yıllarından bir anı; çalışanlarımız her ay “brüt maaş” kavramından habersiz düzenli maaşlarını alıyorlar ancak muhasebedeki rakamla ellerine geçenler arasında farkı sorguluyorlardı. Vergi ve SSK tutarlarını bir türlü anlamıyorlardı. Bunun üzerine şirketi her ay “bir çalışanın tam yetki ile” yönetmesine karar verdik. Kırtasiye ve insan kaynaklarından muhasebeye kadar tüm işlerin sorumluluğunu üstlenen bu çalışan doğal olarak brüt/net maaş kavramını da öğrenmiş oldu.
Çalışanlarla birlikte yaptığımız en akıllı iş “nasıl bir şirket olmak istediğimizle” ilgili bir “anayasa” yazmak olduğuna değinmiştim. 1992 yılında İzmir’de henüz daha 8 kişilik bir şirket iken 3 gün kapandık ve hayallerimizi yazdık. Kimler bizim müşterimiz olmalıydı, hangi hizmetleri vermeliydik, insan kaynaklarımızın niteliği ne olmalıydı, nasıl eğitimlerden geçmeliydik, sektörü ve dünyayı nasıl takip edecektik, politikalarımız ve süreçlerimiz ne olmalıydı? İkinci en akıllıca işi bu anayasayı her yıl sonu herkesin katıldığı bir toplantı ile on yıl boyunca değerlendirmek ve iyileştirme alanlarını belirlemek şeklinde yaptık. Hatta 1997’de yıl sonu toplantımızı Ankara Gölbaşında bir otelde yaptık ve konuk olarak da Çetin Altan’ı davet ettik. Eksik olmasın eşiyle birlikte geldi ve onurlandırdı bizi.
İş hayatınızda geçmişe dönüp bir şeyi değiştirmek isteseniz bu ne olurdu?
Halkla ilişkiler kesinlikle yapmazdım. Ama Patagona gibi bir şirketim olsun isterdim.
Tamamlamaktan memnuniyet duyduğunuz bir proje veya kaçırdığınız için pişmanlık/üzüntü duyduğunuz bir proje ile ilgili anınız var mı?
2002 yılında halkla ilişkiler sularını terk edip itibar yönetimi alanında yolculuğumun başladığı günlerde o dönemde bu alanın parlayan yıldızı merkezi New York’da bulunan Reputation Institute ve Başkanı Prof. Charles Fombrun idi. Birkaç yıl önce Lucern kongresinde yaptığı sunumdan çok etkilenmiş ve kendisini yakından tanımayı kafama koymuştum. Bu nedenle 2002 yılında Reputation Institute’un Boston’da düzenlediği kongreye katılmaya karar verdim. Kongrede Koçsim Modelini sınmak için kayıt yaptırdım, kabul edildi ve gittim. Asıl amacım Prof. Fombrun ile yakınlaşmak ve ilerleyen zamanlarda ortak çalışma zemini arayışı idi. Nitekim, Boston’dan dönerken bana Reputation Institute’un Türkiye Temsilciliğini teklif etti. Kabul ettim ve 10 yıl bu görevi sürdürdüm.
İş hayatınızdaki en zor/en mutlu gününüzü anlatır mısınız?
Kurucusu olduğum RepMan İtibar Araştırmaları Merkezi tarafından her yıl ilkbahar aylarında değerli konuşmacıların katıldı bir forum yapıyorduk. 2014 yılında bu forumun yapılmasından bir gün önce bana çok ciddi bir sağlık sorunu teşhisi kondu. Ertesi gün forumun açılış konuşmasını yaparken ve konuşmacıları yönetirken kimsenin bilmediği bu sağlık sorunum nedeniyle bizi izleyenlerin karşısına bir daha çıkıp çıkamayacağım geçiyordu aklımdan.
Müşteri ilişkilerinizde yaşadığınız en enteresan örnekler neler?
Bursa’da bir yerel market zinciri yaşamakta olduğu bir kriz nedeniyle bizi davet etti. Arabamızı park ettikten sonra modern bir binaya girip yürüyerek ikinci kattaki genel müdürlük kapısından girerken önümüzdeki şirket yöneticileri kapıdan girerken kapıda ayakkabılarını çıkartınca biz de çıkartmak zorunda kaldık! Toplantı odasının o günlerin en ileri ile teknolojisi ile donatılmış olduğu da gözümüzden kaçmadı. Yerel kültürün en ileri teknoloji ile buluştuğu bir örnek olarak anılarımıza kazındı.
Brisa’nın Avrupa Kalite Büyük Ödülü aldığı projenin iletişim sürecini yönettiğimiz dönemde bu ödülü alanların deneyimlerini paylaştıkları toplantılar yapılıyordu. İstanbul’daki bu konferansın programına uluslararası gitar sanatçımız Ahmet Kanneci’nin adını koydurdum. Ancak yurt dışında çok iyi tanınıyor olmasına karşın ülkemizde bu çok değerli sanatçıyı elit bir kesimin dışında tanıyan yoktu. Sabancı Center’ın büyük salonuna gelen davetlilerin büyük bir kısmı programda bir gitar sanatçısının adını görünce onu önce “ikram sırasında arka planda müzik yapacak bir müzisyen” olarak algıladılar. Ne zamanki resmi programın akışında biri sabah diğer öğleden sonraki bölümde izleyenlerin nefeslerini tutarak takip ettikleri 20’şer dakikalık iki unutulmaz klasik gitar dinletisi yaptı Ahmet Kanneci o zaman iş mükemmelliği adı altında gerçekleştirilen bu etkinliğin anlamı daha bir unutulmaz hale geldi.
Halkla ilişkiler projelerinde “yaratıcılık” yapılan işin akıllarda kalmasını sağlıyor doğal olarak. Örneğin Bianchi bisiklet markasının Türkiye’ye giriş lansmanın yapılması ile planlanırken sektörün o güne kadar alışkın olmadığı çalışmalara yer vermiştik. Lansmana; bayi toplantısı değil “Convention 93” adını verdik. Bisiklet modellerinin sunumunu bir “defileye” dönüştürdük, hatta Neşe Erberk’in koreografisiyle programın açılışında mankenleri podyumun altından ellerinde bisiklet parçaları ile çıkarttık. Antalya’da bir oteldeki animasyon gösterisinde izlediğim “siyah tiyatro” (Karanlık sahnede fosforlu çizgilerle) ile bu toplantıların açılışını yaptık. Bisiklet bayileri hayatlarında ilk kez siyah tiyatro gördüler.
EGİAD’ın (Ege Genç İşadamlarıDerneği) 5. Yıl kutlamasını bir otel salonunda yapmaktansa İzmir Buca’da 1800’li yıllardan kalma ve daha yeni kültür merkezine dönüştürülmüş ama kimsenin bilmediği bir kilisede yapmayı tercih ettik. Dünyanın elmasta bir numaralı markası De Beers lansmanı için İstanbul Ortaköy’de o güne kadar hiç kullanılmamış Feriye Karakolunda 16.yy ortamı yarattık.
Siyasetçilerle çalıştınız mı hiç?
Büyükşehir belediye başkanlarından bir tanesi yaklaşan seçimler öncesi benden danışmanlık almak istedi. İtibar Yönetimi kitabımı almış, okumuş ve her tarafına notlar iliştirmişti. Kendisine nazikçe, siyasetin içinde bizim anladığımız anlamda itibarın olmadığını çünkü; etik ve adil olmak, şeffaflık, sorumluluk ve hesap verebilirlik ilkelerinin uygulanmadığını hatırlatmıştım. Kendisi ise “bir daha seçilmese bile bu ilkelerle siyaset yaşamına devam etmek arzusunda olduğunu ve kendini buna hazır hissettiğini ifade etmişti”. Zor ve çetin bir yolculuk olacaktı. Ancak hiç beklemediği bir anda partisi aday olarak onu tercih etmedi!
Ne düşünüyorsun?