Marmara’nın usta bir ressamın elinden çıkmış soyut bir resmi andıran uzaydan çekilmiş görüntüsü ile yaşamın odak noktasına “müsilaj” yerleşti. Gri çalınmış mavinin tonlarındaki çevre kirlenmesi için bir suçlu arar bakışlarımızda çaresizlik var. Tam da pandeminin kilitlediği bir dönemden çıkma ümitlerini yeşerttiğimiz dönemde, yüzleşmek zorunda olduğumuz bu yaşam gerçeği bakalım aklımızı başımıza getirebilecek mi? Marmara Denizi özelinde konuşuyorsak 12 yıl kadar önce Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Sürmene Deniz Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Coşkun Erüz’ün yaptığı tespitlere yer verelim ve bugün yaşamı tehdit eden müsilaj oluşumunun sadece ülkemizdeki kaynaklardan değil özellikle Tuna nehrini kirleten 18 ülkenin sanayi kuruluşlarının önemli bir payı olduğu gerçeğini bir kenara not edelim. Şöyle diyor Erüz:
“Karadeniz zaten çevresindeki ülkelerden her yıl yaklaşık 10 milyon ton organik madde ve 400 bin tonun üzerinde petrol kökenli kimyasal maddeyle hızla kirletilmekte. Türkiye ile birlikte 6 ülkenin kıyısı bulunan Karadeniz’e, nehirler aracılığıyla 18 ülkenin atıkları taşınıyor. Karadeniz’e her yıl 110 bin tondan fazla petrol karışıyor. Karadeniz’e organik maddelerin yanı sıra binlerce ton inorganik azot, inorganik fosfor, organik fosfor, demir ve çinko gibi maddeler de dökülüyor. Karadeniz’e dökülen onlarca çeşit, binlerce tonluk bu maddelerde aşırı miktarda azot ve fosfor var. Maddeler, deniz suyunda ve dibinde yaşayan organizmalarda büyük ve kalıcı etki yapmaktadır. Bu organizmalar balıkların beslenmesini sağlamaktadır. Madde, balığın beslendiği organizmalardan başlayarak, balıkla beslenen kuşa kadar giden besin zincirinde büyük etki yapmaktadır. Bu durum da balık miktarını her yıl biraz daha düşürmekte hatta bitirme noktasına taşımaktadır. Çözüm noktasında sorumluluğu bulunan her ülke, kendi alanında çözüm üretmeli. Karadeniz gibi eşsiz su kaynağında giderek artan kirliliği önlemek ve sürdürülebilir yaşam kaynağı olarak kullanımını sağlamak için ülkelerin artan bir duyarlılıkla organize edilecek ortak bir çabaya gereksinim var”
Aslında zaten “müsilaj” bir hayatımız vardı. Tek sorun bunun sadece deniz salyası kıvamında Marmara Denizi’nde olduğunu zannediyor olmamızdı. ABD ile gündeme oturan her kritik görüşme öncesinde bir takım Amerika kökenli şeker kartellerini mutlu etmek için şeker kotasını artırma yoluna gidiyor olmamız da “müsilajlı” politikalarımızın başka bir örneği.
Başta ABD olmak üzere ırk ayrımcılığının hortlamış olması ve insanların derilerinin rengine göre muamele edilmesine yönelik şiddet ve terör odaklı siyasetin dünyayı getirdiği nokta insan haklarının müsilajlı versiyonu değil de nedir?
Gazete Oksijen’de vardı; onlar da Financial Times’dan alıntılamışlar. Şirket yönetimlerine müsilaj bulaşmasının sonucunda ortaya çıkan gerçek. Haberin başlığı şöyle:
“Nestle’yi kendi belgeleri ele verdi: Ürünlerinin yüzde 63’ü sağlıksız”
“ Dünyanın en büyük gıda şirketi Nestle, yaygın gıda ve içecek ürünlerinin yüzde 60’ından fazlasının ‘genel kabul gören sağlıklı ürün tanımını’ karşılamadığını ve ürünlerin ne yenilik yapılırsa yapılsın ‘sağlıklı’ olamayacağını kabul etti.”
İşte pazarlamaya bulaşmış müsilajın belgesi!
Haber içindeki şu değerlendirme de önemli;
“Cornell Üniversitesi Beslenme Bölümünde misafir öğretim üyesi olan (ve şirketle isim benzerliği dışında bir bağı bulunmayan) Marion Nestle’ye göre Nestle ve rakiplerinin ürün yelpazelerini tamamen sağlıklı hale getirmeleri zor. Gıda şirketlerinin işi, hissedarlarına mümkün olduğunda çok ve çabuk kazanç sağlamak. Geniş kitlelere ulaşan ve mümkün olduğunca çok kişinin satın alacağı ürünler satmaları gerek ki bu da abur cubur demek.Özellikle bilim departmanlarındaki kişilerle yaptığım görüşmelerden anladığım kadarıyla Nestle, çok akıllı bir şirket. Ama bir sorunları var; yıllardır aromayı değiştirmeden tuz ve şeker içeriğini azaltmanın yollarını arıyorlar, fakat bu çok zor”
Marion Nestle’nin sözlerinin sonunda Nestle’nin bilime de müsilaj bulaştırma gayretleri olduğunu görüyoruz!
Bu tespitleri tabii ki tek başına Nestle için söyleyemeyiz. Birçok şirket hedef tahtasına oturtulabilir.
Ama neden bu işler böyle?
İşte şimdi yine Gazete Oksijen’den bir alıntı daha yapalım ve manşete çıkan ve “Sorun CEO’larda: Dev şirketler, yıkıcı iş modellerini düzeltmeye niyetli görünmüyor. Gelecek, hisse fiyatlarına odaklı CEO’ların eline bırakılmamalı” başlık ve spot başlığı ile Prof. Daron Acemoğlu tespitlerine yer verelim.
“ İş dünyasının ve akademinin önde gelen isimleri yıllardır büyük şirketlerin sadece kendi hissedarlarına karşı sorumluluk duyduğuna inandılar. Önceleri nispeten kıyıda köşede kalan bu görüş, 1970 yılında New York Times’da yayımlanan Milton Friedman imzalı ‘bir şirketin sosyal sorumluluğu kârını artırmaktır.’ yazısıyla merkezi bir konuma yerleşti. Harvard İşletme Okulundan Michael Jansen’in Friedman doktrinine teorik ve deneysel destek amacıyla yazdığı bir dişi makaleyle söz konusu perspektif daha da güçlendi. Örneğin Jensen, Güney Kaliforniya Üniversitesinden Kevin Murphy ile birlikte, ortalama bir CEO’nun yarattığı her 1000 dolarlık artı değer için sadece 3,25 dolar ücret zammı aldığını ortaya koydu. Büyük yankı yaratan bu makaleye göre, CEO maaşları ile şirketlerin piyasa değerleri arasında daha sıkı bağ kurulmasına ihtiyaç vardı. Şirket yöneticileri uzun zamandır kriminal davranışları için cezai kovuşturmaya maruz kalmıyor. 2008 mali krizine sebep olan muazzam suistimaller bile neredeyse tamamen cezasız kaldı…”
İş dünyasında müsilajın kaynağı olan bu görüşlerin omurgasında şirketlerin piyasa değerlerinin CEO’ların performansı ilişkisi vardı ve ahlaki değerlerin tümden çökmesine neden oldu. O kadar ki 2001 ve 2008 krizlerinde de görüldüğü gibi sadece batan şirketler değil onlara kredi derecelendirmesi yapan kuruluşlar, bağımsız mali denetimlerini yapanlar, düzenleyici kurullar adına denetlemekle yükümlü olanlar da müsilajın dalgalarına kapıldılar ve salya sümük aramızda hala dolaşıyorlar!
CEO’ların üç ayda bir yatırımcılarına hesap verme noktasındaki süreç, zaten kendiliğinden meseleye uzun vadede bakma olasılıklarını da kaldırıyor. Geriye ne kalıyor CEO’ların performansının kaç para edeceği ile ilgili hesaplamalar? Bu da gelir dağılımındaki adaletsizliği öyle bir noktaya getirdi ki bir uluslararası şirketin CEO’sunun, kendi şirketinde çalışanların ortalama ücretlerinden 1625 kat daha fazla gelir elde etmesine kadar varan bir adaletsizliği ortaya çıkardı.
CEO’ların kendi finansal sürdürülebilirlikleri gündemi varken, gezegenin ve doğanın sorunlarının bu aşka engel olmaması gerekiyordu. Nitekim öyle oldu! Ekolojik çevre ve doğal kaynakların sürdürülebilirliği ile ilgili ihtiyaçların ötelenmesi zaman içinde “bir kural” oldu. Birleşmiş Milletler’in Sürdürülebilir İnsanı Gelişim temasını tanıttığı 1992 Rio Konferansı’nda delegelere hitaben bir konuşma yapan 11 yaşındaki Everyn Suzuki’ye birazcık kulak verilseydi belki bugün müsilajı konuşmuyor olacaktık. Çünkü Suzuki yaklaşan tehlikeden yani “yaşamın tüm alanlarına sinmiş müsilajdan” söz ediyordu! Veya ayıpların örtülmesi/görmezden gelinmesi için her yıl bir trilyon dolardan fazla rüşvet müsilajına bulaşmamış olsaydık belki bugün sadece Marmara Denizi’ndeki değil dünyanın başka benzer bölgelerinde yok olmakta olan deniz canlılarının doğal ortamlarının korunması ile ilgili planlar yapabiliyor olabilirdik.
Aşırı tüketimin bizi getirdiği yerin küçük bir resmi olan Marmara Denizi’ndeki müsilaj aslında başka alanlardaki hırs, kibir, ego, arsızlık, yamyamlık ile beslenen DNA’mızda canlı. Orada burada bunun suçlusunu arayacağımıza önce aynaya bakmamız gerekiyor!
(*) BrandMap Yaz 2021 sayısında yayımlanmıştır. Yayımlanan şekli ile buradan okuyabilirsiniz 07_SK
Ne düşünüyorsun?