Yakın dostum, Prof. Dr.Haluk Şahin ülkemizde gazetecilik dünyasında akademik ve mesleki donanımı ile ender tanıyabileceğiniz insanlar arasındadır. 1980’ler başında Washington yıllarımda başlayan dostluğumuz tökezlemeden bugünlere geldi. Uzun zamandır Bozcaada’da yaşıyor ve düşün yaşamımıza oradan katkıda bulunmaya devam ediyor. Son yazısı hüzünlü bir veda ama bir çoğumuzun hislerine tercüman olan bir içerik. Onun izni ile paylaşıyorum.
Artık gazete almıyorum!
“Sen de mi Brutus!” diyeceksiniz. Yarım asırdan daha fazla her gün gazete almış adam! Sen de mi?
Evet ben de! Türkiye’nin ilk Kitle İletişim Doktoru. Üstelik Gazetecilik konusunda Master’lı. Uzun yıllar gazetecilik yapmış, ödüller almış adam! Hayatı gazetecilikle dans ederek geçmiş adam!
Evet, ben de!
Böyle bir şey yapmayacağıma emindim. Hayatımın son gününe kadar gazete alacağım konusunda kuşkum yoktu. Başkaları bırakabilir, ama ben bırakamazdım!
Cemal Süreya’nın yakında öleceğini keşfettiği anı anlatan “Üstü Kalsın” şiirindeki gibi söyleyeyim: “İşte o da oldu!” 15 gündür gazete almıyorum. 15 gündür elimde gazete mürekkebi lekesi yok! 15 gündür çarşıdan eve eksik dönüyorum.
Ama eve artık gazete girmediğini, eşim dahil. farkeden olmadı. Çevremde zaten gazete okuyan kalmamıştı. Olsun, ben inadına alacaktım!
Ama, gazete bayiim kabalıklarına bir yenisini ekleyince elimdeki gazeteyi geri verdim ve “Abonemi sil!” dedim. Herhalde hayatım boyunca söylediğim en dramatik sözlerden biriydi. Gazete ile ilişkimizi orada bitiriyorduk. Çünkü yaşadığım adada başka bir gazete satıcısı yoktu!
Böylece hiç gazete almamış ya da onu çoktan bırakmış büyük çoğunluğa katılmış oldum. Yaşı 40’ın altında olanların yukardaki ağlaşmamı abartılmış bulacaklarına eminim. Çünkü çoğu hayatlarında hiç gazete almadılar! Gazete umurlarında değildi.
Şunu da itiraf edeyim: Gazetenin suyunun ısındığını ve yıllarının sayılı olduğunu 30-40 yıl kadar önce Türkiye’de ilk yazan şom ağızlılardan biri bendim!
O zaman çoğunluk yazdığıma inanmamış, gazetesiz olmaz, kimse o tiryakilikten vazgeçmez türünden şeyler söylemişlerdi.
Akıbet ne olursa olsun, herkes bıraksa bile ben sonuna dek bırakmayacaktım.
İşte o da oldu!
BÜYÜK ÇÖKÜŞ
Teknolojik belirleyicilik diye bir şey varsa, gazetenin yazgısı başka türlü olamazdı. Sinyallerin elektrik hızıyla gittiği bir dünyada, haberler gazete kamyonu hızıyla gidemezdi. “Ulaştırma çağı” geride kalmış “iletişim çağı” çok yol almıştı. Dijital teknoloji egemenliğini kurarken önce internet, sonra da akıllı telefonlar çıkmıştı. Gazete almak, otomobillerin son hızla gittiği enformasyon otoyollarında at arabasıyla dolaşmaya benzemişti.
Nitekim öyle oldu, gazeteciliğin kimi beceri ve işlevleri dijital yeni medyalara aktarıldı. Gazeteler hızla okur ve gelir kaybetti. Bir çoğu battı. Bazıları yeni koşullara ayak uydurarak, cep telefonlarına sızarak ayakta kaldı.
Türkiye de bu sert teknolojik dönüşümün dışında kalamazdı. Ama burada bir de siyasal baskıların ve kurumsal yozlaşmanın etkileri eklendi.
Gazetelerin üzerine çöküldü ve basın büyük ölçüde çökertildi.
Toplum da fazla feryat etmedi. Son zamanlarda çok duyduğum bir deyişle, “Yapacak bir şey yok”tu.
YA KAYIPLAR?
Belki gerçekten yapacak bir şey yoktu ama kaybedilen bir şeyler yok muydu? Her şey güllük gülistanlık mıydı?
Durumun öyle olmadığını biliyoruz. Yeni haber teknolojilerinden şikayetler göklere yükseliyor. Onları demokrasinin hatta uygarlığın karşısındaki en büyük düşman olarak görenler var.
En önemli kurumlar derin bir güven bunalımın pençesinde. Kimse kimseye inanmıyor. En saçma komplo teorilerinden başka –. ki o teorilerin arkasında da yeni medyaların olduğu öne sürülüyor.
Bence bu tartışmalarda bir şey noksan: Gazetenin gerilemesi sonucu oluşan boşluklar, karşılanmayan ihtiyaçlar, kaybedilen zeminler yeterince konuşulmuyor.
Kimse geriye bakıp kapsamlı bir değerlendirme yapmak istemiyor.
GAZETE NEYDİ?
Modern Çağ’da gazete almak ve okumak neredeyse yurttaşlık tanımının bir parçasıydı. Gazete okumayan kişi dünyadan “bihaber”, ciddiye alınmaya değmeyen bir cahil sayılırdı. Daha bile fazlası: Gazetede haberi çıkmayan bir olay yalnızca önemsiz değil, neredeyse olmamış sayılırdı. “Gazetede okudum!” cümlesi bir gerçeklik kanıtıydı. Felsefi terimlerle konuşacak olursak, ontolojik ve epistemolojik işlevleri gazeteyi hayatın merkezine konuşlandırıyordu. Gazete, ortak yaşamın aynası, toplumsal işbirliğinin güvencesi ve tutkalıydı.
Yeni medyaların, eski medyalara elbette pek çok üstünlükleri var. Ancak bu, eski medyaların tümüyle aşıldığı, onların tüm işlevlerinin yenilere devredildiği anlamına gelmiyor. Tam örtüşme yok. Boşalan bazı yerler doldurulamadı. Oralar sızlıyor.
SEZARIN HAKKI SEZARA
Örneğin nereler? Tam farkına varmasak da neyi arıyor, özlüyoruz? Yeni iletişim düzeninde eskiye kıyasla neler noksan kalıyor?
Benim aklıma gelen üç alan şunlar:
GÜVENİLİRLİK – Çeşitli falsoları olsa ve zaman zaman sert biçimde eleştirilse de, gazeteler, özellikle büyük referans gazeteleri, toplumun en çok güven duyulan kurumları arasındaydı. Gazetede çıkan her haberin çeşitli süzgeçlerden geçtiğine, denetim kademelerinin onayını aldığına ve üzerinde kurumsal “Tamamdır” damgası taşıdığına inanılıyordu. Dışardan teyit kurumlarına ihtiyaç duyulmuyor, yalan haber kolay kolay Üsküdar’a geçemiyordu.
DÜZENLİLİK – Gazeteler okurlara yalnızca ne olduğunu değil, neyin daha önemli olduğunu da söylüyorlardı. Bunun en belirgin rehberi birinci sayfanın mizanpajı ya da sayfa düzenlemesiydi. En önemli haber en üstte, ondan daha az önemli olanlar biraz aşağıda vb. gibi mesleki işaretlerle önem sıralaması iç sayfalara doğru ilerleniyordu. Hayır, tüm haberler eşit değildi, bazıları ötekilerden daha önemliydi ve buna profesyonel gazeteciler karar veriyordu. Dünyanın bir düzeni vardı ve bu gazetelerden öğreniliyordu.
BÜYÜK RESİM – Gazete tek bir konu ya da ilgi alanı ile değil, hayatın tüm yanları ve renkleriyle ilgiliydi. Siyasetin yanında spor, magazin, yemek, moda, ekonomi, bahçıvanlık vb. sayfalarında yanyana yer alabiliyordu. Gazete dar bir oda değil, geniş bir agoraydı.
Bütün bunlar sayfalara, elbette belirli ideolojik merceklerden geçerek, yansıyordu; kendi içinde bir tutarlılığı vardı. Gazete hayat rehberiydi.
HAVADA UÇUŞANLAR
Bunlar olmayınca, sürekli üretilen enformasyon parçaları havada uçuşuyor…
“Havada uçuşuyor” derken ne demek istediğimi psikolojik bir terimle anlatayım:
Bilişsel (cognitive) süreçleri inceleyen psikologların son 25 yıldır üzerinde çalıştıkları “tamamlanma” ihtiyacı (need for closure) kavramına göre, kişiye ulaşan enformasyon parçaları, bilgi kırıntıları ya da fikirler tek başına kaldıkları bir yere bağlanamadıkları sürece kişiyi tedirgin ederler; güven eksikliği huzursuz bireyler üretir, belirsizlik insanları sersemletir. Bilgi ya da duygu olarak yarım kalmaktan kaynaklanan gerginlikten kurtulmak ancak bilişsel tamamlanmayla mümkündür.
Oysa, yeni medyalardan gün boyu boca edilenler buna uygun değildir. Çoğu ham, kopuk, bağlam dışıdır. Rahatsız edicidir. Hemen tüm dünyada yükselen popülist irrasyonalite dalgalarının ve şaşkınlığın belki de baş nedeni budur; Güvenilir, tahmin edilebilir, rehberli dünya algılamasından, yankı odaları, kutuplaşma, yalan haber, dezenformasyon fırtınalarının estiği güvenilmez dünya algılamasına geçilmiş olması!
Örneğin gazeteden Twitter’a.
Evet, insanlığın yeni bir evreye geçtiğine şüphe yok. Ama kolay olmuyor, ağır bir uyum sorunu yaşanıyor…
Ve gazetenin hayattan tasfiyesi süreci kaçınılmaz olarak devam ediyor.
Baksanıza, böyle bir şeyi asla yapmayacağı düşünülenler bile günün birinde gazete almaktan vazgeçiyorlar!
Ne düşünüyorsun?