BrandMap dergisinin 46. sayısında (Dergilikten indirebilirsiniz) “İklim krizi yöneticileri” başlığı ile çıkan yazımı yayımlanmış şekli ile buradan 02 SK okuyabilirsiniz.
Bugünlerde görüştüğüm şirket yöneticilerine “İklim Krizi Yöneticiniz var mı?” diye soruyorum. Tahmin edebileceğiniz gibi “kurumsal iletişim direktörümüz var, sürdürülebilirlik iletişimi müdürümüz var” şeklinde cevaplar alıyorum.
Şimdi ortaya bir soru bırakıyorum: bu kadrolar iklim krizi meselesini şirket içinde yönetmeye yeter mi?
Dahası; diyelim ki seslere kulak verdiniz ve bir kadro açtınız. Hangi niteliklerde bir kişinin alımını yapacaksınız? Görev tanımında neler yer alacak. Kurumsal iletişim ve sürdürülebilirlik meselesini yöneten kadrolar varken bunlar birbirlerinin ayaklarına nasıl basmayacak?
Belki de “iklim krizi yöneticisi olmaz” diye işin içinden çıkabiliriz.
Ancak iklim krizinin şakası yok. Kapımızın önünde değil, evin içinde diyorum ben. Akrabası olan sürdürülebilirlik meselesi ile ilgili gündem açık konuşmak gerekirse geçmişin “başlığı”. Hadi gerçekçi olalım ve “yakın geçmişin” diyelim. Küresel ölçekte şirketler sürdürülebilirlik konusunda başarılı bir sınav verip gezegeni kırmızı çizgiden uzaklaştırmayı başarabilselerdi bugün belki de bu başlıkta yazı yazma ihtiyacı duymayacaktım.
Sorunun temeline tabii ki öncelikler var.
Şirket yöneticilerinin başarı göstergeleri hala finansal metriklerle ölçülüyor sürdürülebilirlik raporlarında koymuş oldukları hedeflerde ne kadar başarılı oldukları ile değil!
Bir diğer sorun; sosyal ve çevresel sorunlara en azından farklı yönetim disiplinlerin sorumluluklarını üstlenmiş yöneticilerden daha fazla duyarlı olduklarını var saydığımız kurumsal iletişim ve sürdürülebilirlik yöneticilerinin çok azı icra komitelerinde/yönetim takımlarında ya da benzer isimlerle anılan diğer üst düzey organlarda sandalyeleri var. Oysaki onlar “paydaşların sesi”. Yani şirketin faaliyetleri karşısında paydaşların tepkileri ya da duyarlılıkları ile ilgili yapmış oldukları çalışmalara paralel yönetimi bilgilendirecek çok kıymetli gözlem ve birikime sahipler. Ama, rutin işler dışında kimse onların kapısını çalmıyor!
Durum böyle olunca da finansal metriklerin “hedef” olarak tanımlanmış gündemlerinin içinde “iklim krizini tetikleyen temel sorunlar” hiçbir zaman yer almıyor. Kaldı ki sürdürülebilirlik raporlarına göz attığımızda da “performans” adı altında tanımlanmış uygulamaların, enerji tasarrufu, su, kağıt, plastik tasarrufunun ötesine geçemediğine tanık oluyoruz. Yani “radikal” dönüşümü ve samimi yaklaşımları tetikleyebilecek kararları buralarda göremiyoruz.
Diyelim bir şirket faaliyet alanlarının yanında yeni bir termik santral yapımı hazırlığı yapıyor. Sivil toplum kuruluşları ayağa kalkmış, santralın yapımının söz konusu olduğu yerdeki yöre halkı kadın-erkek-çocuk gece gündüz protesto gösterileri yapıyor. Peki; şirket yönetimi iklim krizine adeta bir başka davetiye çıkaran bu girişimden kendi rızası ile vazgeçmeyi düşünür mü?
Bunu tartıştığım şirket yöneticilerinin iki temel dayanağı var:
- Yaptığımız iş tamamen yasal. Son noktasına kadar yasa ve talimatların öngördüğü yükümlülükleri harfiyen yerine getiriyoruz.
- Biz yapmasak başkası yapacak!
Aynı örneği; besi çiftliklerinden, madencilik alanında faaliyet gösteren tüm şirketlere uyarlayabiliriz.
Peter Drucker’ın sözünü hatırlayalım:
“İşi doğru yapan yöneticiler değil doğru işi yapan yöneticilere ihtiyacımız var!”
İklim krizinin bugün evimizin içinde olmasının nedeni olan ve karbon salımları ile gezegenin doğal döngüsünde tahribat yaratan tüm işlerin başında “işini doğru yapan yöneticiler” vardı. Oysa iklim krizinin ayak seslerini 1950’lerde durmaya başladık. 1970’lerde su götürmez bir gerçek olarak raporlara girmeye başladı. 1980’lerde doğa “kulağımızı çekmeye başladı!” 1990’lar ve sonrasında ise “uzatmaları oynadığımız ve sürdürülebilirlik kavramının şemsiyesi altında oraya buraya yara bandı yapıştırdığımız bir dönem” oldu.
Bugün iklim krizi gerçeği ile yüzleşiyorsak, sürdürülebilirlik performansımızın hiç işe yaramadığı gerçeği ile de yüzleşmeliyiz.
Aslında faturayı toptan bir şekli ile sürdürülebilirlik meselesini gündemine almış ve bu konuda “bir şeyler yapabilme” çabası içinde olan şirketlere kesmemek lazım. Çünkü biliyoruz ki bu çaba içinde olan şirketler toplam şirketler içinde çok küçük bir azınlığı oluşturuyorlar! Ama, dünyanın ilk sürdürülebilirlik raporlarını hazırlayan Shell, BP, ExxonMobil gibi gerçek kirleticileri de unutmamak lazım! Yani bu tür raporları üretenlerin samimiyetini kuşku ile karşılamalıyız ama hiç bu konulara girmeyenleri da farklı bir şekilde değerlendirmeliyiz.
Mesele dünün alışkanlıkları ve yönetme tarzı ile çözümlenemeyecek bir boyutta önümüze duruyor. Eski, modası geçmiş bilgilerimiz ile bugüne kadar insanoğlunun karşılaştığı en temel var olma sorununu yönetmeye çalışıyoruz.
Pazarlama dünyasında kimse “tüketim sendromuna” dokunmaya cesaret edemiyor. Pazarlama ve marka yönetme anlayışıyla geldiğimiz “Kara Cumalar” kimseyi rahatsız etmiyor. Tüket, ne pahasına olursa olsun tüket, yeter ki tüket anlayışı ile şekillendirdiğimiz tüketim kültürünün çıktılarından biri olan okyanuslardaki naylon/plastik poşet adacıkları kimseyi rahatsız etmiyor!
Biz hala ceplerimizdeki “P” ler ile mutlu bir izdivaç yaptığımızı düşünüyoruz!
“Ne yapalım yani işimizi mi tasfiye edelim?” şeklinde serzenişler geliyor. Görmüyorlar ki yakın bir gelecekte doğa onları zaten tasfiye edecek!
Kitlesel göçlerin kapitalizmin kabaran iştahının bir çıktısı olduğunu nasıl göremiyorsak, iklim krizinin temelinde de tüketim kültürünün beynimizde gerçekleştirdiği dayatma olduğunu görebilmek için ne kadar geç kaldık, bilemiyoruz.
Sömürgecilik döneminin başta Afrika olmak üzere dünyanın yer altı ve yer üstü zenginliklerini sözde refah toplumu için yağmalamasının bugünlerdeki yansıması olan Avrupa’ya, ABD’ye kitlesel göçler önümüzdeki dönemde daha da vahim bir hal alacak. Mültecilerin bu ülkelere göçü, bu ülkelere duydukları hayranlıklarından değil tabii ki! Yıllar boyunca bu ülkeler tarafından tarım ve maden zenginliklerinin yok edilmiş olmasının sonucunda aç, yoksul, çaresiz ve “geleceksiz” kalmış olmalarının sonucudur. Bu yüzden çoluk-çocuk sağ varıp varamayacaklarını bilmedikleri bir bota 3 dolarlık bir canyeleği ile atlayarak ölüme meydan okuyorlar.
İklim krizi yöneticisi olsa bunun neresin, nasıl düzeltecek gibi bir soru var tabii.
İklim krizi yöneticisi bir mucize yaratmayacak. Hatta hiçbir sorunun çözümüne de katkı sağlamayabilir. Dahası “boş bir uğraş ve bir beklenti de” olabilir!
KoronaVirüs ile çok şey öğrendik. Ama bir tanesi hepsini bastırıyor: ulus devletlerin çaresizliğini! İskambil kağıdından yapılmış meğerse biz betondan yapıldıklarını düşünürken. İklim krizi konusunda da öyle: ulus devletler çaresiz. Sadece onlar mı; elinde hiçbir yaptırım gücü olmayan Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kurumlar da çaresiz. Bunların zaten raf ömürleri dolmuştu.
KoronaVirüs ile kriz ve kaos konusunu tartışmaya açmış ve içinden geçmekte olduğumuz süreci “KoronaKaos” olarak tanımlamıştım.
O süreç aynen devam devam ediyor. İklim krizi bu toz bulutunu başka doğal afetlerle yaşamı içinden çıkılmaz bir noktaya getirecek o kadar. Herkes hesabını buna göre yapsın.
Ne düşünüyorsun?