“Bu bize yakışmaz!”
Anadolu kültürünün bu sade, öz, basit hedefi 12’den vuran ifadesi “itibarın” ta kendisidir.
Genellikle ailenin en büyüğünün ağzından çıkar. Özellikle soyadları ile ticaret hayatının içinde olanların üzerinde titredikleri birkaç ciltlik kitabın başlığı gibidir.
Bize yakışacak olanın ne olduğu ile yakışmayacak olanların arasındaki ince çizgi ailenin “ahlâk mirasının” omurgasıdır. Bir yerlerde yazılı çizili değildir. Dersi yoktur. Hangi yaşta, nasıl kullanılacağı ile ilgili reçetesi de yoktur. Ama ailenin büyüğü bir “durum” karşısında görüşünü “bu bize yakışmamış” diye ifade ederse; orada derin bir sessizlik vardır. Birilerinin utancı masayı ısıtmaktadır. Nasıl telafi edilebileceği ile ilgili kafalarda saniyeler içinde onlarca senaryo yazılır. Bunun telafisi ile ilgili kimse para-pul hesabı yapmaya da cesaret edemez!
Bize neyin yakıştığı ya da yakışmadığı toplumsal yaşamın ortak değerlerinin çıktısıdır. Aile o toplumun bir parçası, aile bireyi de bunu toplum içinde davranışlarıyla yaşayan kişi olunca “ahlâk ve etik” karmaşık duygularla çepeçevre sarar etrafımızı. Neyin doğru, neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğu bize “neyin yakışıp yakışmadığının” pusulası oluverir bir anda.
Yaşamın erdemli yüzü bu iken o koca çelik kasaların içinde ev, arsa, dükkân, tarla tapuları; farklı döviz türlerinden deste deste paralar vardır. Ahlakı sığdırabileceğimiz büyüklükte bir kasa olmadığından boş yere o kasaların içinde onu aramayız!
Önce “doğayı” sonra kendimizi tükettik.
Çağlar boyunca “dinler” ahlâklı bir insanın dolayısıyla ahlâklı bir toplumun yönlendiricisi oldular. Gelenekler, görenekler ve adetler doğrudan ya da dolaylı “ahlâklı” olmanın vurguları olarak tanımlandı.
Ama tüm bunlara karşın ahlâkı “düstur” edinmiş kurumların bir çoğunda, ortaçağ karanlığında tanık olunduğu gibi ahlâki bir çöküntü ile yüzleşmedi mi insanlık!
Çaldık…
Çırptık…
Dolandırdık…
Suistimali, yolsuzluğu, insan hakkını ve onurunu çiğnemeyi “ayakta kalabilmenin”, “güçlü olabilmenin” omurgası zannettik. Önce “doğayı” sonra kendimizi tükettik.
Aileler için durum böyle de şirketler ve devletler için durum farklı mı?
Uluslararası Şeffaflık Derneğinden her gün yolsuzluk-rüşvet-suiistimal bülteni alıyorum. Tanrım! Dünyanın dört bir tarafında nasıl bir batağın içinde olduğumuzu görebilmek için bültenin sadece başlıklarına bakmak yeterli! Ahlâk erozyonu tam bir iş modeli olmuş! İşte Panama belgeleri… Kimi ararsanız orada… Siyasetçiler, iş adamları, sivil toplumu temsil ettiğini iddia edenler. Devlet başkanlarından, rüşvetin ve yolsuzluğun olmazsa olmaz kurumu olimpiyat komitesine kadar.
Değerler! Ama hangileri?
B-20’nin ısrarla gündeminde tutmaya çalıştığı yolsuzluk, rüşvet ve suiistimalle mücadele başlığı için başlangıçtaki iyimserliğimi koruyamıyorum! Çünkü konu “değerlerle” ilgili… Evrensel iş alışkanlıkları devreye girdiğinde neyin yakışıp yakışmadığından çok “işin bir an önce bitirilmesi” bir performans kriteri olunca varsın B-20 Gılgamış destanı kıvamında raporlar ve öneriler getirsin!
2000’li yılların başında ülkemizin önde gelen sanayi şirketlerinden birinin en üst düzey yöneticileri ile yaptığımız itibar çalıştayında tartışmamız şöyleydi; rüşvet, yolsuzluk ve suiistimal konusuna karşı nasıl tavır almalıyız?
Cevaplar tam katılımlı bir şekilde “hiç taviz verilmemeli, şirketimize, markamıza böyle bir şeyin yapışmasına asla izin vermemeliyiz. Bu bize yakışmaz” yorumları ile birlikte geldi.
O günlerde devam etmekte olan ekonomik krizin içinde oluşturduğumuz senaryolara geçtiğimizde ise cevaplarda ve yorumlar farklılık gösteriyordu. Örneğin; “hammadde sıkıntımız var. Üretim ucu ucuna bir diğer vardiyayı yakalıyor. Hammaddeyi ithal ediyoruz. Ancak gümrüktekiler işleri ağırdan alıyorlar. Belli ki bir “zarf” beklentisi var. Bu zarflar yerine gitmezse mal zamanında gümrükten çekilemeyecek. Üretim aksayacak. Bu aksama zincirleme her işe yansıyacak. Ve tabii ki finansal bir karşılığı da olacak”
Daha bir saat önce bu konuda hiçbir taviz verilmemesinden yana tavır koyan yöneticilerde bu kez “ikircikli” bir durum söz konusu. Olacak da nasıl olacak? Sorası geliyor insanın; “hani bize yakışmazdı!”
İş dünyasından belleğimde konuyla ilgili kalan tek örnek P&G ile ilgili. 1980’li yıllarda P&G Güney Amerika ülkelerinden birine yatırım yapmak ister. Kendi profesyonel değerlendirmeleri içinde büyüyen bir pazar vardır. Pazar şartları uygundur. Milyonlarca dolarlık yatırım yapmaya değerdir. Ama o da ne! Söz konusu ülkenin bürokrasisi şartları hızlandırmak ve P&G lehine olgunlaştırmak için adı rüşvet olmasa da bir para talep etmektedir. P&G bu talep karşısında rekabette geri kalmak uğruna yatırımı erteler. Uygun bir dille de bu kararın gerekçelerini iletir. Ne zamanki bu talepten vaz geçilir P&G aynı yatırımı oraya yapar.
“Çin’de rüşvet olayları tırmanışta”…
22 Ağustos 2016 tarihli China Daily bloğundaki ilk yazının başlığı; “Çin’de rüşvet olayları tırmanışta”…
1999-2013 yılları arasında çok uluslu şirketlerin yerel hükümetlerle rüşvet ilişkisini inceleyen bir OECD raporu durumu daha dehşet verici rakamlarla önümüze getiriyor! Washingon Post’un bu konuyla ilgili haberinde ise durum traji-komik bir başlıkla kamuoyuna sunuluyor: “11 tabloda çok uluslu şirketler yerel hükümetlere nasıl rüşvet veriyorlar”
Rapordan çarpıcı bilgiler; OECD belirtilen yıllar arasında tespit edilen 86 ülkede 427 olayı mercek altına alıyor. Rüşvete karışanların %60’ı büyük şirketler. En yoğun; madencilik, inşaat, ulaşım-depolama, enformasyon ve iletişim teknolojilerinde masa altı ilişkiler yoğunlaşıyor. Üst düzey yöneticilerin %50’si ya işin içinde ya da işlerden haberdar! Rüşvetin %80’i kamu kontrolündeki kurumların yöneticilerine yönelik… Ama şu veri daha enteresan: %7 devletin başındakine gidiyor!
Hangi kamu kurumu yöneticilerine ne için rüşvet diye bakarsak; satın alma, ihale işlerine bakanlar %57, gümrük %12 ilk iki sırada. Belirlenebilen ve kendilerine yakıştırdıkları rüşvet tutarı 3 milyar dolar!
Siyaset yaşamı tabii ki rüşvetin aurasında. Örneğin, ülkemizde küresel bir şirkete “tarım arazisinde üretim yapabilsin” diye “özel kanun” çıkartalı çok olmadı! Zarrafın siyasetçilerle tefrika haline gelen ilişkileri malum. “Saat kaç” günlük yaşamın espri çerezi oldu. Tarih kitaplarının içinde pek sık rastladığımız başlıklardan biri: Osmanlıyı yıkan hastalık rüşvet ve yolsuzluk… Sadece ülkemizde değil dünya siyasetinde sergilenen rüşveti o kadar kanıksadık ki, şaşırmıyoruz.
Masanın altında dönen ilişkiler
Bunların hepsinin altını eşelediğimizde tarafların hiç biri masa altından dönen ilişkilerin kendilerine yakışıp yakışmadığı meselesi ile kafa yormuyor. Ne kadar yakıştığı ise banka hesapları ile ilişkili!
Ancak bir de siyasetin sosyal gündeminin içindeki konular var. Örneğin; Suriyeli mültecilerle ilgili yoğun bir krizin içinden geçiyoruz.
Arkalarında tanklar, havan topları, yerlerinden yurtlarından edilen milyonlarca insan, çoluk çocuk Türkiye’nin sınır kapısına dayandığında şu anda Avrupa ülkelerinin yaptığı gibi “Biz sizi istemiyoruz” şeklinde bir tutum da sergileyebilirdik. Onları Esad’ın paralı askerleri karşısında ölüme terk edebilirdik. “Ne haliniz varsa görün bu bizim savaşımız değil” de diyebilirdik. Bu “bize yakışır mıydı?”
Avrupa topluluğu ve ABD ise mülteciler sorununu önce görmezden gelmeye çalıştı. Kapılarına dayanınca göstermelik kamplarda kolaycılığa kaçıldı ama aslında sınırlara jiletli tel örgüler yapmak için zaman kazanıldı. Sonra da Türkiye’ye bize bunları gönderme parası neyse verelim dendi. Bu da Avrupa’nın yere göğe sığdıramadıkları insan hakları, demokrasi ve yüksek idealleri adına kendine yakışıp yakışmadığı tartışmalı tutumu.
Oysa, tam yüz yıl önce British Petroleum’un kuruluş süreci sırasında Osmanlıların ortadan kaldırılması ve petrol sahalarının güvence altına alınmasının bir parçası olarak “o gün icat edilen” devletlerin çöllerde odun parçaları ile çizilen sınırların iflasıdır bugünkü mülteci krizi. Bunun başrol oyuncuları da bu soruna bugün ayak direyen İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği Avrupalı oyunculardır. ABD tabii ki oyun dışı kalamazdı 1920’lerle bir başrol de ona verildi ve bugün Orta Doğu’nun hiçbir zaman bitmeyecek çileli yolculuğu başladı. O gün yapılanların içinde “ahlâk” olmadığından “mirası” da bugüne sayısı 5 milyonu aşan mülteci ve ölü sayısı bir milyona dayanmış bir sıcak savaş olarak çıka geldi.
İçinde “ahlâk” olmayan mirasın varisleri!
Bir bakalım, içinde “ahlâk” olmayan bu mirasın” varisleri kimler!
En başka bizim “silah” onların savunma dedikleri sanayi… Savaş olmalı ki çarklar dönsün! Bilimin ahlâkla olan sınavında iş atom bombasının geliştirilmesine kadar gelsin. Ve bilim “bu bize yakışmadı” dese de, Hiroşima ve Nagazaki’de yüzbinlerce insanın öldüğü bir gerçekle yüzleşmekten kaçınamaz. Orta Doğuda şimdi Suriye, Yemen ve Bahreyn’de, kısmen Türkiye’de uluslararası silah sanayinin çarklarını yağlamaktan başka yapması gereken bir şey yok! Afrika zaten1990’ların başından bu yana tüm provaların yapıldığı ana sahne!
1980’ler de Irak ve İran 10 yıl savaştı. Bir milyondan fazla kişi öldü. Sonra anlaşıldı ki her iki tarafa da silah satanlar aynı şirketlermiş.
İkinci oyuncu tabii ki finans… Silah yapımcılarına sağladıkları paranın geri dönüşü o kadar hızlı ve kârlı ki, oyunun içinde yer almamaları için deli olmaları lazım! IN Dergisinin 2015 sonbahar sayısında Aziz Yardımlı hocanın yazısında yer verdiği Yunanistan’ın ekonomik kriz sarmalının başlangıcı da aynı senaryo. Osmanlılara karşı savaşsınlar diye Londra Borsasında çıkarılan tahvillerin paraya dönüştürülmüş şeklidir bu döngü.
Bu iki oyuncuya bir de “oyuncak” lazım. Petrolle başlayan ama bugün salkım saçak birçok alana dağılan “enerji” bunların oyuncağı…
Sanayi devriminden bu yana dünyayı bu üçlü yönetiyor. Kimi zaman biri öne çıkıyor, diğer ikisi geriliyor, kimi zaman da rolleri değişiveriyorlar. Bunların “bize ne yakışır, ne yakışmaz” gibi bir dertleri de yok! Öyle olduğu için de her şeyi miras olarak bırakıyorlar.
Matematiksel olarak insani yaşamın sürdürülebilirliğini tartışmayacağımız iki veri var elimizde;
Birincisi, dünya nüfusu hızla artıyor. 1900’lere 1,2 milyar kişi ile giren dünyamız şu anda 7 milyarı geçti. Yeryüzünün kaynakları sınırlı… Tarım alanları, su, ormanlar vs… Doğanın kendini yenileme gücü kayboldu. Uzunca bir süredir hazırdan yiyoruz. Matematiksel olarak bu veri bir elimizde duruyor. Diğeri ise küresel ısınma. Son 200 yılın özellikle neden olduğu küresel ısınma, başta iklim değişiklikleri olmak üzere yaşamın tüm canlılar için sürdürülebilirliğini tehdit ediyor. Hem de çok üst boyutta. Bu da ikinci veri!
İçinde yaşadığımız bu kaçınılmaz gerçek yeni bir bulgu değil. 1950’lerden bu yana üretilen raporların hepsinde bu kötü gidişe dikkat çekiliyor. Ama işte bizlere bırakılan miras bu! İçinde ahlak var mı yok mu, varsa ne kadar var tartışmaya açık!
Şimdi sıra biz de olsa… Yedi küsur milyar insanın sessiz çoğunluğu olarak biz de rüşvet, yolsuzluk ve suiistimal batağına bulaşşak… Doğaya rüşvet versek… Kendini yenileyebilmesi, gelecek kuşakların yaşam kalitesini güvence altına alacak tamiratı yapabilmesi için… Bence, ahlaken güzel bir miras olur ve “bize yakışır”…
(*) Türkiye Etik ve İtibar Derneği’nin IN dergisinin sonbahar 2016 sayısında yayımlanmıştır
Ne düşünüyorsun?