Teknoloji mi bizi biz mi teknolojiyi yönetir olduk? Akıllı telefonumuzu “ofis” olarak kullanmaya başladığımız günlerden bu yana teknoloji bağımlılığı her tarafımızı kuşatmış durumda. Sabahın köründe kalkıp, karda kışta ofise gitmek zorunda değiliz…
Ne zaman varacağımızı bilmediğimiz bir trafik ortamında toplantıya yetişmek durumunda değiliz…
Yalnız başımıza kalıp bir konuyu derinlemesine düşünmek ihtiyacımızı o bitmeyen telefonların, insan trafiğinin olduğu ofis ortamında yapmak durumunda değiliz…
Toplantılarımızı görüntülü yaparken her türlü dosya alışverişi yapmak varken neden kuryelere/kargolara muhtaç olalım ki?
Daha sayabileceğimiz onlarca “basitleştirilmiş” imkan bizi hayatımızı kökten değiştirecek şu sorunun cevabını aramaya yöneltiyor: “Bütün bunlar elimizin altına varken bu şehirde yaşamak zorunda mıyım?”
Yüksek katlı binalarla kent hapishaneleri adını verdiğimiz şehirlerimizin içini, trafik, otopark, tinerci, kapkaççı gibi işkence aletleri ile doldurduğumuz ve bunları görmezden gelerek oynadığımız “mutluluk” oyunu yerine büyük kentlerden küçük sahil kasabalarına terfi etsek ne kazanırız, ne kaybederiz oynasak?
25 yıldır bu anlamda “terfi” almış biri olarak söyleyeceklerim tabii ki var. Bu 25 yılın 20 yılı sık aralıklarla İzmir-İstanbul arasında gel-gitle geçti. İzmir derken bunun büyük bir çoğunluğunun Urla ve Alaçatı merkezli olduğunu belirtmem gerekiyor. Daha sonrası ve halen Alaçatı merkezli…
Kendini benim gibi Egenin şirin bir sahil kasabasına atmış kişilerin teknoloji ile uyumu her ne kadar işlerin düzgün yönetilmesini sağlıyorsa da şu hususları dikkate almakta yarar var;
Her iş uzaktan kumanda ile yönetilebilecek özelliğe sahip değil. Bu nedenle bir karar vermek gerekebilir. Sahil kasabasını mı işe uyduracağız, işi mi sahil kasabasına uyduracağız? Örneğin, işleri İstanbul’dayken de yoğun seyahat eden ve ailesini ancak hafta sonundan hafta sonuna görebilen bir arkadaşım birkaç yıl önce radikal bir kararla benim gibi şirin bir beldeye yerleşti. Hayatında hiçbir şey değişmedi, hatta daha da zorlaştı. Çünkü artık İstanbul’da yaşamadığı için bazı hafta sonları ailesi ile birlikte geçireceği zamanlardan fedakarlık yaparak işleri için İstanbul’a gitmek durumunda kalıyor.
Bir başka husus yerel kültüre ve insanlara uyumla ilgili. Alışveriş alışkanlıklarınızdan, yemek-içmek alışkanlıklarınıza kadar birçok şeyin değişimine ne kadar hazırsınız? Bu da radikal bir değişim. Birikimlerinizi, deneyimlerinizi yerleştiğiniz bölgenin gelişimi ve kalkınması için paylaşmak isteyebilirsiniz ama unutmayın ki “sizden böyle bir şey bekleyen yok!”
Aile bireylerinin konforu aslında en önemlisi ve zorlayıcısı. Siz teknolojinin nimetlerinden yararlanaraktan iş hayatınızdaki değişimden çok az etkilenerek günlerinizi geçirirken eşinizin ve çocukların bu değişimden ne kadar keyif aldıklarını göz ucuyla izlemekte yarar var. Sonuçta vitesi bir kademe küçülttünüz.
Teknoloji bizi kendine bağımlı hale getirmek için elinden geleni ardına koymazken; aklımıza “Ege’nin bir sahil kasabasına yerleşmek” gibi fikirleri sokarken beceremeyeceği bir şey var; o da hayatın kendisi olan “yüz yüze” ilişkilerin kalitesine teknolojinin erişemeyeceği gerçeği. “Elinin altında olmak”, “bir telefon uzaklığında olmak”, “trafik, kaos ve kentsel dramatizasyondan kaynaklanabilecek sorunlara karşın istendiğinde birkaç saat içinde bir araya gelinebilineceğini bilmek” birçok şeyi değiştiriyor.
Her ne kadar bir zamanlar sıkı fıkı iş ilişkileri içinde olduğumuzu bildiklerimizle bile ilişkiler bizim “uzaklarda” olduğumuz gerçeği ile buluşunca “gevşiyor”. İstenmeden unutuluyoruz. İhmal edilebiliyoruz. Biz yerine rakiplerimizin öncelik aldığı, tercih edildiği gelişmelere tanık oluyoruz.
Sonuçta, teknoloji ile birlikte sahil kasabasına kendimizi götürelim “işi” değil!
(*) Digitalage Aralık 2017 sayısında yayımlanmıştır
Ne düşünüyorsun?